Geçmişten günümüze çeşitli bilgi tanımları yapılagelmiştir. Tanımlar arasında modern bilgi tarifine en uygun olanı ise “Akleden (özne) ile akledilen (nesne) arasındaki özel ilişki” şeklindeki tariftir. En genel tarif ise “suje ile obje arasındaki ilişki” dir. Tanımların fazlalığına rağmen tanıyamıyoruz ki aradaki köprülerden. Sınırlandırıyor bakışımızı bir at gözlüğü gibi. Aslında aracısız, perdesiz seyretmek gerekir cemali.
Bilgi, uzaklaştı bizden. Sanki soğuklaştı
birden. Her şeyi akla yatırmaya çalışırken uyuyup kaldık ninni söylerekten.
Zaten bir daha da uyanamadık. Bizi serumlarla beslediler, içine de istediklerini
eklediler.
Bilgi, İslam terminolojisinde genel olarak “el-ilm” ve “el-ma’rife” terimleriyle ifade edilmektedir. İlim, bilimin yanında ilahî ve beşeri tüm bilgi için kullanılan daha kapsamlı bir terimdir bakış açımızı genişleten. Genişledikçe daha da derinleşen. Merkezi kalp, yardımcısı ise ilham, keşif, akıl ve duyular olan...
Akıl ile
erilmez, ulaşılamaz. Biz ise aklımız yeterli diyoruz ama hiçbir şeyi
çözümleyemiyoruz. Sonra çıkmazlara giriyoruz orada da öylece kalıyoruz. Bilgi, sadece akılla kavranabilen bilimsel
teorilerden oluşan soğuk duvarlar ardında tanımlanmış verilerden ibaret
değildir. Nasıl ki insan kemiklerden, et yığınından ibaret olmadığı gibi bu
kadar basite indirgenecek bir mekanizma değildir. Zira beden, insan yapısını
oluşturduğu kadar aynı zamanda insan, ruhsal bir yapıya da sahiptir. Bu iki
yapı birbirinden ayrı düşünülemez. Eğer insandan ruhu çekip alırsak ölü
cesetten başka geriye hiçbir şey kalmaz. Ölü bir ceset ise ya toprağa gömülmeye ya da
yırtıcı hayvanların elinde yenilip gitmeye mahkûmdur. Oysa ruhtu bedene can
veren. Unuttuk ruhumuzu. Can verdi bir köşede acaba sesini duyduk mu?
Aynı şekilde
bilgi kavramını sadece bilimsel olarak düşünürsek ölü bir cesetten pek de bir
farkı yoktur. Zira onun ruhunu söküp çıkarmışız demektir. Aynı tek kanatlı kuş
gibi, o kuş hiçbir zaman uçamaz. Biz ise hapsettik kuşları içimize, uçamıyor
artık istedikleri yere, kanadından vurduk zincire, inliyor öylece bir köşede..
Biz dünyaya
gönderilmiş başıboş insanlar değiliz. Acaba sen kalbine baktın mı hiç? Bakmakta
yetmez ki sen kalbini okudun mu hiç? Her
eşyanın bir hakikati var, sen onu okudum diyorsun lakin aynaya bakmıyorsun.
Oysa okumak için görmek gerekmez mi? Fakat sen görmüyorsun. Artık göremiyorsun.
Karın birikmesiyle kaybolup giden arabalar gibi gönlümüze yağan kirlerde
kaybetmişiz kalbimizi. Karlar eriyip gider de gönüllerimizi ne temizler ki? Ruhumuzu süslemenin artık vakti gelmedi mi? Kalbimizden çıkarmalıyız her şeyi,
O’ndan gayrı her şeyi. Zira perdeyi aralamaya bir rüzgâr yeterli. Bilgi bir
inciydi sen onu karalarda aradın, aklettim sandın lakin gönül aynan ile
bakmadın. Sen eşyanın hakikatine varamadın, belki de dağlar taşlar aştın, oysa
senin içindeydi muradın fakat sen bunun farkında olamadın. Aslında hiçbir şey
bilmiyoruz. Bildiklerimizi de dağ zannediyoruz ama gökyüzünü unutuyoruz.
Gölgemizin peşinden koşup duruyoruz ama güneşi unutuyoruz. Acaba sıcaklığını da
mı hissetmiyoruz? Eğer ulaşmak istersen hakikate önce aynanı temizle var
gücünle. Aydınlık ulaşmazsa yerine, mahkûmuz karanlıklar içine…