31 Aralık 2020 Perşembe

SEN'DEN


Sen koruyorsun Rabbim

Dimdik tuttuğun gibi dağları

Kumdan evlerinde karıncaları

Sen koruyorsun

Bir yol çiziyorsun, önümde ayak izleri

Rahmet yorganına sarıp

Kalbime bir tohum atıp yeşertiyorsun

Kötülükten, kötüden

Şerli gün ve geceden

Korursun bilirdim

Kendimi dost sanırdım

Kişiyle kalbi arasına girendin Sen

Beni benden dahi korurmuşsun, anladım

Ah ne çok ne güzel Sevensin Sen

Bir beyazlık tertemizlik ve güzellik

İçimizi ısıtan her ne varsa

Sen'den öğrendik

Emanetini taşırım, gittikçe ağırlaşır

Yürüdükçe yollarım uzaklaşır

Bir uyku böler gerçeklerimi

Uyandır ki ne olur, işiteyim Sesini

Kalbimin toprağını verimli kıl ne olur

Sonra sıkışsın sıkışsın da içim

Bir damla yaş düşsün gözlerimden kalbime

Saklansın kıyamete değin

Temiz havadan güzel Rabbim

İçime çektiğim Şefkatin

19 Aralık 2020 Cumartesi

Kavram Atlası/ Sevgi -6- GÖNÜL GÖZÜ İŞİN ÖZÜ


Gönül üzerine pek çok adlandırma bulunmaktadır. Öyle ki gönül, hepimizin vazgeçilmez değeri; ahlak yapısına bürünmüştür. Gönüllü olmak, gönül almak, gönülle olmak, gönüle sahip olmak hepsi insanın değer yargılarında bulunur. 

Aslında bu kavramların içinde olmayı yani gönülle sevmeyi ele alacak olursak öncellikle gönülle bakmaya değinmeliyiz. Gönül gözü ile bakmanın nasıl değerli olduğunu o ahlakta bulunmanın ne derece önemli olduğunun farkına varmalıyız. Bakmak ve görmek arasında ince bir çizgi vardır. Bu ince çizgide bir gereksinim, bir ihtiyaç, bir güzellik saklıdır. Gönül vermek, gönülle olmak, onunla var olmak vardır.
İnsan bakar da baktığını göremeyebilir çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak, göz organının yüzeysel bir işidir. Görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun birlikte bakmasıyla karar vermesi ile olur. Bakmak her zaman yetmeyebilir, görmeyi bilmek işin aslı. Hele ki gönül gözüyle bakmak karşımızdakini sevmek, sevmeye çalışmak ve belki de âşık olmak demektir.

Şöyle bir hikayeyi da hatırlatmakta fayda var:

Doğuştan görme engelli olan bir adam gece karanlığında ezbere bildiği bir yoldan ilerlerken yolunu aydınlatmak için elinde bir fenerle yürüyor. Karşıdan gelen ve kendisini tanıyan bir şahısla karşı karşıya geliyor. Bu şahıs kendisine: ”Bre kör adam sen zaten görmüyorsun ki o fener ne işine yarayacak” diyor. Görme engelli adamın cevabı ise şöyle oluyor: “Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmesem de onlar beni görsün ki çarpışmayalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Asıl kör olan ben değil de sensin.”

Gönül gözü görmeyen, can gözü neylesin” sözünün ne kadar doğru olduğu bir gerçektir.

Her şeye olumsuz bakmak doğru değil, insanı çıkmaza sokar. Yarı dolu bardağa bakarken boş bölümünü değil, dolu tarafını görmektir önemli olan. Bardağın boş tarafını bakanlar her zaman eksiği arayanlardır, bu da mutsuzluk getirir, hiçbir faydası da olmaz. Yaşadığımız durumlarda bardağın dolu tarafını baktığımız zaman iyimser ve pozitif düşünen insanlar oluruz, bu da bize fayda getirir.

Konulara olumlu yaklaşmak, eksileri değil artıları görmek, pozitif olmak doğru bir yaklaşımdır. Hayatta farklı durumlarla karşılaşıyoruz. Hep eksi yanlara bakarken, noksanlıkları bulmaya çalışırken, olumsuz etkileşim yerine; olumlu yanlara bakarak mutlu ve iyimser olmaya çalışılmalı. Hele gönül gözüyle baktığımızda ufkumuz açılır, dünyamız genişler, değerler gözümüz önünde önemini kaybetmez, her şey gerçek yönüyle görünür.

Gönül gözü açık olanların içi sevgi doludur, şefkatli ve merhametlidir, zihni, ruhu, yolu aydınlıktır. Kavgası, gürültüsü, çekişmesi yoktur. Kin, kıskançlık, küslük sevmediği hallerdir. Ana kuralları, bağışlamak, barışmak, yakınlaşmak, dost olmak, sevmek, saymaktır.

Gönül gözüyle bakmak, hayatın tadına varmak demektir. Aslında gönül gözü, insanlardaki arınmışlığın, saflığın, gerçekte sevmenin, hoşgörünün göstergesidir. Gönül gözüyle bakmayı bilen insan, baktığında ve okuduğunda asıl gayeyi görür ve anlar.

Görmekle bakmak arasında kurulan o ince bağ yaşamı algılamamızı sağlayan, bunun yanı sıra bizi gördüklerimizin ötesine geçirerek huzur bulmamıza, mutlu olmamıza ya da üzülmemize sebep olandır.

Mevlana’nın şu güzel ifadesine kulak verelim: “Güzel bakan güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır.”

Şu gerçeği de hiç unutmamalı insan: Her şeyi gören göz kendini göremez. Marifet kendini görmektir.

Etrafımıza gönül gözüyle bakmak, dış görünüşte takılıp kalmamak ki dıştaki çirkinlikler yürekleri sarmasın, mani olmasın içteki güzellikleri görmeye.

Gönül gözüyle etrafa bir bakın, dıştaki güzellikler içteki çirkinlikleri gizlesin ki o çirkinlikler ağızdan dökülürken kırıp incitmesin.

Gönül gözüyle bakın, bakın ki kendi ruhunuzu, yüreğinizi koruyup huzur içinde sarıp sarmalayın her yeni doğan günü.

“Dünya gözü ile bakan, yüzü; gönül gözü ile bakan özü görür” diyen Mevlana, gönül insanlarının derdi özü görmek olduğunu vurgular, çünkü özde hakikat var.

Gönlün bir ayna olduğunu ifade eden Mevlana, gönülde var olan duygu ve düşüncenin sahibinin yüzüne yansıdığını söyler. Yani yüz, anlayan için gönlün aynasıdır, gönülde olanı dışarı yansıtır. “Gönül, bakanın kendini gördüğü bir aynadır”.

Bir beyitinde de: “Gözlerimiz, bakışlarımız gönüle uymuştur. Gönül isterse göz zehre bakar, yılana bakar; gönül isterse ibret alacağı, ders alacağı şeye bakar.”

Gözünüzün daima güzeli gördüğü, huzuru hissettirebildiği yolda hep birlikte olabilme dileğiyle…

GÖNÜL GÖZÜ DAİMA AÇIK OLANLARA NE MUTLU!

/Asfa Akmer

15 Aralık 2020 Salı

Kavram Atlası/ Sevgi -5- AÇIK HAZİNE

Selamunaleykum dostlar.

Uzun bir aradan sonra tekrar sizlerleyim. Aslında  kalemi elime almak için bayağı çaba sarf ettiğini itiraf etmeliyim. Bahsedeceğim konunun ağırlığını hafifletip size en güzel şekilde hissettiririm inşallah.

Biraz hayattan bahsederek başlayalım o vakit. Ne zaman düşüncelere dalsam, hep kendimi: "Hayat ne garip..." derken buluyorum. Şöyle etrafımıza bir baktığımızda gelişen olaylar ve çeşit çeşit yaşantılar görürüz. Bunlar aklın sınırlarını aşıyor bazen, ansızın bir hayretle irkiliriz mesela. Sonra maalesef her zaman ki gibi hayatın akışına bırakırız kendimizi. 

Unutmak...Öğrenci arkadaşların en büyük düşmanı belki de... Tüm gece tekrar edilen şeylerin sabah unutulması mesela...  Üzülmeyin hemen, unutmak da güzel nimetlerden biri sonuçta. Yaşadığımız her şeyi aklımızda tuttuğumuzu hayal edin, korkunç olurdu öyle değil mi? Her saniye aklın kapılarını yeni şeylere açmak ne kadar güzel bir şeydir aslında. Bu da unutmak diye bir şey olduğu için güzel belki de. Aksi takdirde beynimiz büyürdü kafatasımıza sığmazdı. J Güzel anılar iyi hoş da... Ya kötüleri? Onları ne yapacaktık peki? Beynimizde adeta bir kaos ortamı oluştururdu ve belki hepimiz delirirdik. Dünyada akıllı kalmazdı ve  tüm dengeler bozulurdu.

Gördüğümüz gibi bazen küçümsediğimiz bir kavram, üzerinde düşününce hayatın en temel taşlarından biri özelliğini kazanıyor. Acaba bunun gibi es geçtiğimiz başka kavramlar da var mıdır? Gayet aşikâr olan ama bir o kadar da farkında olunmayan bir gerçek, hayatın kilit taşı, hayatın gayesi: iman.

Onu anlatmaya kelimeler yetmez, kelimeler yetse ömür elvermez. Derya misali... Anlam yüklü...

Öyle diyoruz iyi hoş da acaba biz de kıymetini biliyor muyuz a dostlar. Hadi gelin biraz da iman hakkında düşünelim.

İman yani tüm benlikle sevmek...

Siz imanın bu manaya geldiğini biliyor muydunuz? Ben yeni öğrendim mesela ve öğrenince de çok şaşırdığımı söyleyebilirim. Neden tüm benlikle sevmek, önce bunu sormak istiyorum. Zira ben başlamadan önce biraz düşündüm, aklıma takıldı. Sonra dedim ki imanı hayatın açık bir hazinesi olarak görebiliriz. Açık ama kimsenin göremediği... Ve onu elde edip  hissetmek öyle bir derece ki o hakikati kavradıktan sonra sevginin bağları çözülüyor, kâinatta ki her canlı cansız varlığa sevgi gözleriyle bakıyorsun. Yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevmektir ortaya çıkan, her şeyde onu görmektir.

Tüm bu sevgi kaynağının anahtarı imandır. 

Peki tüm bu söylenilenler doğruysa bu zulümler ne, neden diye bir sorular gelir akla. Küresel dünyamızın en büyük sorunu maalesef: sevgisizlik. Onun da temelinde yatan "inanç eksikliği" belki de dostlar. Acaba biz de dahil gerçekten inanıyor muyuz, tüm benlikle seviyor muyuz? Hayata hep sevgi gözüyle bakıyor muyuz? Bunu sorgulamak lazım, belki bu sorgu bizi eksiklerimize, hatalarımıza götürür.

Bazen öfkeyle kırdığımız eş, dost ve arkadaşlarımızı düşünelim. Ya da uçup giden zamana kaptırdığımız gençliğimizi bakalım, sizce de çokça ziyan içinde değil miyiz? Geri dönüşünün olmadığını bile bile yapmaya devam mı edeceğiz? Kaybedeceğimizi bildiğimiz bir savaşa girmek gibi değil mi? Hayat ince denge ve düzenlerin bir bütünü ve biz insanların belki de yapması gereken ince düşünerek hareket etmektir. Kırmadan dökmeden göçüp gitmektir mühim olan. Ne zaman geleceğine bilmediğimiz ölüme mutlu olmaktır. Çünkü inansak da inanmasak da budur hayatın gerçeği ve kaçınılmaz sonu. O halde neden elimize geçen fırsatları tepiyoruz? Gün gelecek belki de bu fırsatları bulamayacağız. O vakit gençliği, hayatın baharını niye buhranla geçiriyoruz. Gelip geçici gençlik heveslerine dalıyoruz. Biz eğer tüm benlikle seversek her şeye o gözle bakarsak ben inanıyorum ki hep genç kalacağız, ruhumuz bir kuş misali olacak, her daim uçacak. Ruhumuzu niye nefsin zindanlarından uçurmuyoruz? Niye kırmıyoruz zincirleri? Her dakika, her saniye o zincirlerle kötülüğe, cehenneme sürüklenmek daha acı değil mi? Hayat acımasız lafını çokça duyarız oysa hayatı acımasızlaştıran bizleriz. Herkes biraz biraz düzeltmeye kalksa kendisini...

Biliyorum, tümüyle bitmeyecek belki, çünkü  dünyanın bir yerlerinde inançsız, sevgiden mahrum insanlar zulmetmeye devam edecek. En azından biz bulunduğumuz noktaları düzeltelim, oraların ince dengesini oluşturmaya çalışalım. Bulunduğumuz yerlere güller dikelim, öyle güzel dikelim ki bizden sonra gelecek olanlar kokusuyla mest olsunlar. Şunu şöyle düşünürüm hep, eğer ben Müslümanlığı en güzel şekilde yaşarsam benden örnek alacak olan küçüklerimiz bunu devam ettirecek. Sizin ektiğiniz güllerin fidanları olacak, yeşerecekler. Haydi o zaman bir fidan nasıl dikilir ve nasıl yeşertilir hep beraber bakalım mı? ( Her şeyden önce sevgiyle yaklaşmayı unutmayın çünkü gerçek sevgi imanı kuvvetlendirir.)

Şunları yapmak imanı zirveye çıkarır:

1-      Allah’ın hükmüne karşı sabretmek,

2-      Kaza ve kadere rıza göstermek,

3-      Tam tevekkül sahibi olmak,

4-      Allah’a tam teslim olmak. [Ebu Nuaym]

 Resulullah Aleyhisselam Efendimize "İman nedir?" diye sorulduğunda, "Sabırdır" buyurdu. (Deylemi)

Demek ki sabır o kadar mühim ki onu hayatımızın bir parçası haline getirmeliyiz. Hepimizin kurtulmak istediği kötü alışkanlıkları vardır. Küçük küçük sabırlar göstererek başlayabiliriz işe veyahut bazen çeşitli musibetler gelebiliyor başımıza, onlara karşı sabırla imtihan vermeliyiz. Allah'tan geldiğine inanarak... Nitekim sabır acıdır ama meyvesi tatlıdır. Elimizden gelen her şeyi yaptıktan sonra da Allah'a dayanmalıyız. Çünkü biliyoruz ki bu dünyadaki her şey bizle beraber yok olacak. O vakit biz de baki kalana dayanalım. O'ndan güç alalım. En son da tüm benlikle teslim olalım. 

Rahmetli Aliya Izzetbegoviç’in söylediği çok güzel bir söz var: “Ey teslimiyet senin adın İslamdır.” İnşallah bizde bunun idrakına varıp  İslam’ı hakkıyla yaşayan kullardan oluruz. Ve ölümü En Yüce Dost'a kavuşma arzusuyla  karşılarız. Son olarak Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısralarını bırakarak sizlere veda edeyim, sevgi dolu kalın. (Şiirin tamamına kesinlikle bakmalısınız.)

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?

12 Aralık 2020 Cumartesi

Kavram Atlası/ Sevgi -4- MECNUNÎ REÇETE

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb

Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır” (Fuzûlî)

(Aşk derdiyle hoşnudum, ey doktor! Bana ilaç verme; benim helâk olmam, senin derman olsun diye vereceğin zehrindedir.) 

Hem dert hem derman olan aşk, 

dert ile hemhal edip dermanı aratmayan aşk. 

Fuzuli değil "Fûzûlîce" bir aşk. 

7'den 70'e herkesin dilinde, sık ama sığ bir kullanım içinde günümüzde aşk. Aşkın dar algılara meyli yoktur, onun aradığı geniş kalplerdir. Kalplerde çiçek açtırır, çiçek olur açar. Bazen sarmaşık misali sarar kalbi. Uzar da uzar sarmaşığın dalları, kalbi bedene sığmaz eder. Sarmaşıkla aşk ezelden beri birdir zaten. 

Aşk, Arapça “âşekâ”dan gelir. Aşekâ, bir ağacı saran, besinini ağaçtan alan ve zaman içinde ağacı kurutarak öldüren sarmaşığa denir. Ama biz bu sefer ağacımız sarmaşığa rağmen şevkle yaşamaya devam etsin diye ele alacağız "aşk" ı. Aşk ile can bulmak, aşk ile gayeye varmak bir nevi "Mecnunlaşmak" dileklerimle. 

"Leylâ ile Mecnun, bir Arap efsanesine dayanan klasik bir aşk hikâyesidir. Leyla ve Mecnun hikâyesi şöyle anlatılır:

Vaktiyle Necid’de (Hicaz’ın doğusunda çölleriyle meşhur bölge) bulunan Benî Âmir kabilesine mensup Kays ile Leylâ kabilelerinin hayvanlarını otlatırken birbirlerini severler. Büyüyüp aşklarının meydana çıkması üzerine Leylâ çadırda alıkonur ve Kays’a gösterilmez. Bunun üzerine Kays'ta aşkın ilk ıstırabı başlar; babasına Leylâ’yı istemesini söyler. Ancak aşkları sebebiyle kızın adı dillere düşüp namusu lekelendiği için bu teklif reddedilir ve Leylâ bir başkasıyla evlendirilir. (Mes‘ûdî, VII, 356-360; Dâvûd-i Antâkî, I, 97-128)

Leylâ, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikâye uydurur ve bir süre sonra adam ölür.

Leylâ’nın sevgisi ile mecnûn olan genç, halkın arasından ayrılır, yalnız yaşamaya başlar. Mâmur beldeleri bırakır, çöllerde vahşî hayvanlar arasına karışır. Halkın övmesini veya yermesini bir kenara iter, bunları duymaz olur. Onların konuşması ile sükûtunu fark etmez hâle gelir. Bir gün kendisine, yâni Mecnûn’a sorulur:

“–Sen kimsin?”

“–Leylâ!” der.

Yine sorulur:

“–Nereden geldin?”

“–Leylâ’dan…” der.

Yine sorulur:

“–Nereye gidiyorsun?”

“–Leylâ’ya…” der.

Mecnûn’un gözü ve gönlü, Leylâ’nın aşkının şiddetinden bütün âleme âmâ oldu. Kulakları da Leylâ’nın dışındaki bir kelimeyi duymaz oldu. (Abdülkâdir-i Geylânî, Fethu’r-Rabbânî, s. 284)

Bir gün Leylâ çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der. Leylâ, Mecnun’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner ve üzerinden fazla zaman geçmeden hayata gözlerini yumar.

Mecnun, bunu haber alınca gelip onun mezarına uzanır ve canından can gitmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlar. Yaradan’a feryat figan dualar ederek canını almasını, kendisini Leylâ’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur, göklerin gürlemesiyle birlikte Leylâ’sına kavuşur âşıklar âşığı Mecnun." *

Mecnun gayesine vardı, aşkı buldu ve onu yaşadı hakkını vererek. Mertebe üstüne mertebe koydu. Böyledir aşk, kalbin içine yerleştirilmiş sonsuz basamaklı bir merdivene benzer. Ne zaman sonuna geldim diye düşünsen daha yolun çok başında olduğunu anlarsın. Çünkü o merdivenin esas gayesi sonsuza varmaktır. Sonsuz olanı aramaktır. O'nsuz ve O'na varmayan bir yol düşünülebilir mi ki aşk merdiveni O'ndan münezzeh olsun. İşte tam bu yüzden Leyla'dan Mevla'ya varmanın adıdır aşk. 

Aşk: "kalple sevmek". 

Günümüz maddeperestliği içinde bunu idrak etmek kolay değil. Aşka inanmayanların inananlardan fazla olduğu bir dünyadayız belki. Ama aşksız olamayacağımızı anlamamız lazım. 

"Biz aşk çocuklarıyız; anamız aşktır bizim." der Mevlana Celaleddin-i Rumi. Nasıl ki anasız çocuk yoksa, aşksız insan da ne kadar insan olur bunu kalbimize danışmamız lazım. 

Yazımızı bir aşk reçetesiyle noktalayalım mı ne dersiniz? Huzurun, mutluluğun, aşkın reçetesi ile. Gayemize aşkla yürümek niyeti ile. Yazı da ayet de kalplerinize şifa olsun. 

"Onlar inanmışlar, kalbleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalbler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur." (Ra'd/28)

Selamünaleyküm.

/Bir Bibliyofil

Hikaye için kaynakça:

https://www.islamveihsan.com/leyla-ve-mecnun-hikayesi.html

8 Aralık 2020 Salı

Kavram Atlası/ Sevgi -3- BİR İHTİMAL DAHA VAR



Vefa...

Sadakatle sevmenin adıdır Arapçada. 

Harf sayısı az ya, biraz sıskaca gelir kulağa. 

Ama tahsil edilememiş bir borç olarak kaldıysa... 

Ağır gelir, topuzum kaçtı dedirtir kantara.

"Laf arasında demiştin ya..."

-"Canım, laf olsun diye söylemiştim" 

İnsan kolay inanır. İnanmaya, güvenmeye açtır, muhtaçtır. Bir söz üzerine bir bina inşa edilir de müteahhidin ruhu duymaz.

Öyle ya, malzemeden de çalınır. O an tüm içtenliğinle, heyecanla söz verirsin. Gün geçer, şartlar değişir, aman canım bu da olmayıversin dersin.

Zira, bizim ilk verdiğimiz söz neydi? Hani çok eski zamanlarda... Düşününce tüylerim diken diken oluyor. Öyle bir unutmuşuz, öyle bir unutmuşuz ki... 

Bir olayın üzerinden çok zaman geçtiğini anlatmak için kullanılan söz olmuş "kalu bela". 

Ki Türk Dil Kurumunda da "kalubela"nın mecaz olarak bu anlama geldiği ifade ediliyor.

Dil, toplumun kimliği ise bizim elest bezminde verdiğimiz sözün anlamını ne kadar idrak ettiğimizi sorgulamamız gerekiyor.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" 

Dediler ki(kalu):

"Evet!(bela)"

Kalubela bu! Rabbimizle olan ahdimize işaret eder.

Bir sözleşme yani ahid mevcut, bunu kimse inkar edemeyecek. Biz bu yeryüzüne kendi isteğimizle gelmeyi kabul ettik. (Fussilet Suresi.11)

Varlığı apaçık olan bu ahde vefalı mıyız peki? Sorgulanması gereken işte bu vefadır.

Biz yokluğumuzdan dahi haberdar değilken bizi Var Edene sözümüz var. 

Şu an canımın içi dediğin insanlar bile senin yokluğunun farkında olmayacaktı. 

Sensiz de gülecek, senin yerine başkasına canım diyecek, dünya sensiz de dönecekti velhasıl.

O; seni senden daha iyi bilen, düşünen, sana senden daha iyi merhamet eden... 

E mübarek, bir söz verdik da... 

Bu sözü seve seve tutmamız gerekmez miydi? 

Sadakatle sarılmamız?

Ufacık bir iyilik görsek şaşırıp kalıyoruz şu devirde. Ki O, en başta 'var olma' ihtiyacımızı gidererek bize değer vermiş. Üzerine rızkımızı temin edeceğinin garantisini vermiş. 

Şu an ne derdin, sıkıntın, acın varsa hiçbirinin olmayacağı 

hem de aklının almayacağı nimetlerle dolu sonsuz bir ömür de vaad etmiş. 

Biliyorum, kolay değil.

Peki, şimdi birlikte hayal ediyoruz.

Ölümcül bir hastalığımız olduğunu varsayalım.

Öyle lafta kalmasın. 

Gayet de ölüm döşeğinde hayal edin kendinizi. 

Sağınızda solunuzda ağlaşanlar... 

Üzerinizde yeşil hasta kıyafeti... 

Dışardan sesler geliyor. Bir koşuşturmalar, "Hocam, Hocam!" nidaları...

Etrafınızdaki herkes dikkat kesiliyor: "Bir ihtimal daha var. Amerika'da yeni çalışmalar gösteriyor ki şu yeni tedavi gayet başarılı. Okuyucumuz üzerinde de denemeyelim mi?"

Hiç çaresi kalmamış bir insan nasıl olur da bu teklife hayır der?

Bu hikaye tanıdık aslında.

Kaçınılmaz olan ölüm zaten hepimizin yakasında...

Kim harikulade bir ölümsüzlüğe hayır diyebilir ki? 

İman et, imanın gereğini yerine getir. 

Kimsenin kimseye güvenemediği şu dünyada Güvenilmeye, İnanılmaya Layık Olan 

Rabbine  

Ahdine

Kendine vefalı olmaya

Bu işi külfet olarak değil

Severek, sevdirerek

Sevilmeye layık bir iş olduğunu bilerek yapmaya

Var mıyız?


Allah’a verdiğiniz sözü, az bir değere (yani dünyalığa) satmayın. Eğer bilirseniz ancak Allah’ın katında olan sizin için daha hayırlıdır. Sizin yanınızdaki (dünyalıklar) tükenir, Allah’ın katındakiler bâkîdir (tükenmez). Sabredenlere mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeline göre vereceğiz.”_ (en-Nahl, 95-96)



/LeyluNehar




5 Aralık 2020 Cumartesi

Kavram Atlası/ Sevgi -2- Bİ' HEVES

 


Bismillah!

Seviyoruz.

Gökyüzünü, kuşların uçuşunu, yağmurun kokusunu, çiçeklerin duruşunu...

Seviyoruz.

Sevdiklerimizin gülüşünü, onlara sarılmayı, onları mutlu etmeyi...

Öyle bir sevgimiz var ki sınırı yok sanki. Kapasitesi dolmuyor. Sonsuz...

Sonsuz seviyoruz, sevebiliyoruz. Sevmek olmasaydı tadı alınır mıydı şu dilsiz dünyanın. Dünyayı da seviyoruz, bizi misafir ettiği için.

Sevmek öyle güzel ki asla zarar vermez, hep iyiye yöneltir diye düşünüyoruz. 

Sanırım yanılıyoruz. 

Sevmenin de derecesi, çeşitleri vardır. Ne için sevdiğimizi bilmek ve ölçülü sevmek en doğrusudur. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde:

 ”Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 60) buyuruyor.

Her işimizde ölçülü olduğumuz gibi sevmekte de ölçülü olmalı insan. İşte budur müslümana yakışan.

Sevgide aşırıya kaçmak neden zararlı olsun diye düşünebiliriz. Çevremizde de görüyoruz; çocuğunu, eşini, anne babasını veya bir insanı aşırı sevmek seveni yorar. Karşılık görmediğinde seven üzülür ya da sevdiğine istemeden zarar verebilir. Karşılık görse dahi seven tatmin olmaz çünkü sevmesi sonsuz olduğundan sonsuz bir zamanda sevmek ister yani ölümü düşünmek istemez, ölümü çirkin görür, ondan ayrılmak görür.

İşte hem kendine hem sevdiğine zarar veriyor bu sevmek... İşte bu "nefs ile sevmek

Arapçadaki karşılığı ise heves. 

Türkçede eğilim, arzu, şevk, gelip geçici istek olarak tanımlanmış. Heves (nefisle sevmek) zarar veriyor insana. Gelin bunu daha da somutlaştıralım. 

Her birimizin birçok arkadaşı var. Arkadaşlarımızı ne için seviyoruz? Seni Allah için seviyorum dediğimiz
birçok insan var aslında. Sahi mi?
 Gerçekten Allah için mi seviyoruz? 

Mesajınıza geç cevap verdiğinde sinirleniyor muyuz, doğum günümüzü unuttuğunda üzülüyor muyuz, bize sadece bir şey sormak için aradığında eskisi gibi davranabiliyor, samimi gülebiliyor muyuz? Neden böyle davrandığını düşünüyor, üzülüyoruz.

Mesaja geç cevap yazıldığında, belki işi vardır, müsait değildir; doğum günümüz unutulduğunda zihni çok yoğundur, insanlık hali; bir şey sormak için aradığında ise Allah'a hamdolsun bir kulunun işini bana gördürüyor demek zor mu? Böyle yaptığımızda daha az üzülüp sevmekten daha çok lezzet alacağız aslında. Nefis ile sevmenin çaresi Allah için sevmektir. Nasıl tebdil edilir bu sevgi?

Mevlânâ (rahmetullahi aleyh): "Kalp sırrına erenler neler yapar, bilir misin? Kızmazlar, küsmezler. Kırmazlar, kırılmazlar. Her şeyde bir güzellik bulurlar. Hiçbir şeyi insanoğlundan bilmezler. Rabbinden bilirler! Her şeyi ondan umup, beklerler." der. O sırra ermiş bir kalpte elbette Allah'ın sevgisinden başka bir şey yoktur.

Tevbe suresi 129. ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: 'Bana Allah yeter. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Ben ancak O'na tevekkül ettim. O, yüce Arş'ın sahibidir." 

Birileri bizden yüz çevirirse -ki bunu yalnızca hoşlanmadığımız şeyleri yapmaları veya bize kötü davranmaları gibi algılamamalıyız; ölünce de bizden yüz çevirmiş, ayrılmış olacaklar- unutmamalıyız ki aslında herkes bizden bir gün yüz çevirecek. O gün gelmeden nefsi bir kenara bırakıp Allah için sevmeli, Allah için yaşamalıyız. Allah'ın bize yettiğini, en güzel dost ve vekilin O olduğunu idrak etmeliyiz, O'nu tanımalıyız.

Yazının başında bahsettiğimiz sonsuz sevmek Sonsuz olanı sevmek içindi.

En çok da O'nu sevelim diye konulmuştu bu duygu.

Geriye kalan her şeyi ise O sev dediği için sevmeli.

Velhamdulillah

Merdümgiriz🕊️

 

1 Aralık 2020 Salı

Kavram Atlası/ Sevgi -1- ÖZGÜR OLDUĞUNU MU SANIYORSUN?


Şüphesiz özgürlük, kendimizi gerçekleştirmede, ‘ben buyum’ demede en vazgeçilmez şartlardan biridir. "Kırmızı fular takıyorum çünkü beni yansıttığını düşünüyorum." desem ama aslında bunu başkası bana taktırıyor olsa nasıl olurdu? Yine de o beni anlatır mıydı? "Kırmızı fular takan kız" dedikleri zaman benim dünyamdan bir parçayı ifade eder miydi?

Şüphesiz, insan özgür yaratıldı. Ama ya insan, 'meziyetlerinin esiri' olursa? Ya fıtratında olan dürtülerin sözünden çıkamaz, içindeki cevheri çamurdan arındıramazsa?

Fıtrat, bize verilen tertemiz bir kağıt gibidir. Kağıdın ham maddesi belli, kalitesi bellidir ama üstüne yazacaklarımız, çizeceklerimiz aslında kim olduğumuzu gösterir. “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar.” demiştir Efendimiz Aleyhisselam ve kalitemizi belirlemiştir. En yüksek rütbenin Allah’a kul olmak olduğunu da düşünürsek; tüm engellere karşı fıtratına uygun yaşayan insanın bu rütbeye gelebileceğini düşünebiliriz.

Engeller diyorum çünkü o kağıdı karalamak, yırtmak isteyen, kalem tutan elimizi kırmak isteyen güçler var. Ve bunu sadece şeytanla sınırlamak yanlış olur. Şeytan güçlü bir unsurdur ama sonuçta dış unsurdur, bize istemediğimiz hiçbir şeyi yaptıramaz. Ona meyilli iç unsurumuz ise hevadır. Heva kavramı birçok literatürde iyi veya kötü anlamlarla kullanılsa da Kur’an ve sünnette iyi anlamı mevcut değildir.

“Kur'an'ın esas gayesi, insanın ruh derinliklerinde bulunan ve onun Yüce Allah'a yönelişine engel olan sebeplerin tespit edilmesi, onun basiretine sunulması ve kendisinde Yüce Allah'la olan münasebetinin yüksek şuurunun uyandırılmasıdır.” der Mustafa Cora. Bu bağlamda, Kur’an’ın 76127 kelimesinin 38 tanesinin ‘heva’ olması daha da anlam kazanacaktır.

Heva dediğimiz nefse ait şeylere olan heves, istek, arzu, sevgi, hoşlanma; nefsani zevkler, düşkünlükler anlamlarına gelmektedir. Hevayı; ilimle, vahyin terbiyesi ile yetişmeyen insanın, insan olmasından dolayı sahip olduğu dürtülerle sevmesi, tercih etmesi olarak görebiliriz diye düşünüyorum. Türkçeye çevirecek olsam aklıma gelen kavramlardan bir ‘dürtüsel sevmek’ olurdu.

“Allah (c.c) çocukça (laubalî) davranışları olmayan, hayra yönelip heva ve hevesi terk eden, vakar sahibi, olgun genci sever.” hadisinde de heva, sahip olduğumuz ve hayra yönelerek terk etmemiz gereken bir hal olarak anlatılır.

Kur’an-ı Kerim ise hevayı altı farklı anlamda kullanır. 

Bunlardan biri; nefsten kaynaklanan arzu, istek ve sevgidir ki onda nefsin bir şeye meyletmesi, ona olan sevgisi hem de bunun zemmedilen meyle gâlip gelmesi vardır. 

Diğer bir anlam; cehenneme isim olan “Hâviye”(heva ile aynı kökten gelen ve Kur’an’da geçen bir kavram veya isim) olarak kullanılmaktadır. Bu iki anlamı sevgili okuyucunun tefekkürüne bırakıyorum.

Yazımı bitirirken, aşk yolunun neferleri olan tasavvuf ehlinin heva anlayışından bahsetmek istiyorum. Hemen her zahid ve sufi, hevayı kendi dinî ve ahlâkî hayatı için en büyük tehlikelerden biri olarak görmüştür. Tasavvuf ahlâkının ilk ve seçkin temsilcilerinden olan Hâris el-Muhâsibî: “Sana düşmanın olan şeytandan neler gelirse hepsi nefsinin hevası aracılığı ile gelir.” der. 

Muhyiddin İbnü’l-Arabî ise “nefsani istekler” anlamındaki hevayı yermekle birlikte Allah sevgisinin derecelerinden söz ederken bu sevginin en alt derecesi için heva, en yüksek derecesi için aşk terimlerini kullanır. Ona göre Kur’an’da yerilen heva avamın istekleridir; gerçekte ise heva avama, irade ariflere aittir. 

Ve Gazali, bu bağlamda insanları üç sınıfa ayrır; hevasına yenik düşenler ilk sınıfı, akıl ve iradelerini kullanarak hevalarına karşı sürekli mücadele verenler ikinci sınıfı, hevalarına hiç uymayanlar da üçüncü sınıfı oluşturur. "Yalnız peygamberlerle velîler üçüncü mertebeye ulaşabilir." diyerek bu son mertebeyi: “en büyük güç, peşin nimet, tam hürriyet ve kölelikten kurtuluş” olarak değerlendirir.

Heva putlarını kıran, özgür gönüllerden olmak duası ile…

Kaynakça: Kur’an’a Göre “Heva” Kavramı/ Mustafa CORA

Heva/ TDV İslam Ansiklopedisi

Heva Ne Demek/ İslam ve İhsan

Heva/ Sorularla İslamiyet

 

 

Hanım Sahabelerimiz Serisi -3- Hz. Ümmü Seleme Bint Ebi Ümeyye (ra)

  DİRAYET TİMSALİ ÜMMÜ SELEME BİNT EBİ ÜMEYYE ( R.A) Hayatından kısaca bahsetmeden önce belirtmek isterim ki sahabe efendilerimizin hayatlar...