Kendimiz kirletiyoruz bu dünyayı günden güne, sanki özenle seçiyoruz çöplerimizi. Kördüğümler atıyoruz, çözülmesi meşakkatli. Yaralar açıyoruz durmadan kanayan. Sanki hiç yaramız yokmuş gibi. Araya engeller, yığınlar çiziyoruz. Sanki ressammışız gibi... Susturuyoruz ruhumuzdaki çığlıkları, belli ki o da teslim olmuş artık duyulmuyor sesi, inliyor sadece bir köşede kurtulmayı bekler gibi. Yardım etmiyoruz ona tutmuyoruz ellerinden... Ayaklarının üstüne basamıyor sürüklenip gidiyor bir saman çöpü gibi, akıntı nereye giderse...
Ne kadar haberdarız bu âlemden? Neden çiçekler bitmiyor bu dünyada kokusu etrafa yayılan, güzelliğiyle göz kamaştıran? Ruhumuzun evini kurtarmak için ne kadar savaşıyoruz? Her gece ağlayışlarını neden duymuyoruz. Yalnız bırakıyoruz onu karanlıkta. Neden?
Her sözümüz her fiil ve davranışımız gönlümüzdeki
yaraların varlığını ele veriyor aslında. İtiraf ediyor haykırarak ve bir ışık
bekliyor tedavi edilmek için. Gönlümüzdeki hastalıklar günden güne artıyor hatta bulaşıyor yanımızdakine. Ne de çok zarar veriyoruz çevremize en sevdiklerimize.
Kalbimiz olabildiğince genişleyen ve olabildiğince daralan
bir yapıya sahip iken neden daraltmayı seçiyoruz? Yüce Rabbimizin gönüllerimize bağışladığı bu nimeti neden göremiyoruz?
Bahanelerin ardına mı sığınıyoruz? Erteliyor muyuz mesela? Yalanlarla mı avutuyoruz kendimizi? Halimizden bihaber olmamızdan mı bu kayıtsızlığımız? Acaba bakıyor muyuz aynaya yoksa kirlendiği için görmüyor mu nefis eksiklerini?
İlk başta kalbin fonksiyonlarını azaltan hatta yok eden kalp
hastalıkları bertaraf ederek yolumuza koyulmalıyız. Tövbe ile çıkmalıyız
yolumuza, itiraf etmeliyiz kendimize pişmanlıklarımızı. Zira şeytana karşı
yeterli mukavemeti gösteremez isek bu hastalıklarla baş başa kalırız.
Bunun için kişi öncelikle kalp hastalıklarının farkında olmalı ve saldırıların
ne taraftan ne şekilde geleceğini bilmeli ki gönül âlemini şeytanın
vesveselerinden, heva ve heveslerinden koruyabilsin. Kur’an’da “İnsanı oyalayan,
ahireti unutturan dünyevî arzu ve tutkular” olarak geçen uzun emel; insanın bütün çabasını dünyaya bağlayarak yalnız
dünya için uzun ümitler besleyerek özünden uzaklaşmasına, aslını unutmasına
sebebiyet veren hastalıklardan bir tanesidir. Bu
hastalığın tedavisi sıhhatin muhafazası açısından ilk adımdır ve zorunludur.
Velhasıl sınırlı güç ve imkânlarla yaratılan insan, hırs ve
hevesleri bakımından sınırsız isteklere sahiptir. O, kendine verilen ömrün
bitmesini hiç istemez. Hz. Âdem'den beri hep daha uzun yaşamak istemiş,
ölümden hiç hoşlanmamıştır. Öyle
ki, ihtiyarlasa, güç ve kudretten düşse dahi dünya sevgisinde ve uzun
emellerinde hiç eksilme olmaz. Eceli
çok yakın, ensesinde iken, emeli uzun, gözü de hep uzaklardadır. Başına
bir sürü şey gelir, fakat o sürekli emelinin peşinde koşar ve eceli aklına
getirmez. Bunu
bir örnekle göstermek isteyen Hz. Peygamber bir gün eline iki taş alarak “Şu
ve şu nedir biliyor musunuz?” deyip taşları fırlatmış, biri hemen
yakına, diğeri de uzağa düşen taşları gören arkadaşları “Allah ve Resûlü (sav)
daha iyi bilir.” demişlerdir. Bunun üzerine o, “Uzağa düşen insanın
emeli, yakına düşen de ecelidir.” buyurmuştur. [1]
Koştukları halde yetişemediler
Zira burnunun dibindeki eceli göremediler
Sonunda da ziyan olup gittiler”
Sonumuzun sonsuz olabilmesi için gönüllerimizdeki çığlıkları
duyabilmek için özümüze dönebilmek için unutulanları hatırlayabilmek için
temizlemek gerekir her türlü kiri pası. Zira asıl sahibi nasıl girer ki içeri.
Güzelleşmemiş, arınmamış, nurlanmamış bir eve kim gelip oturur ki? Teslim
edelim asıl sahibine yoksa ziyan olur onun bunun elinde.
[1] T2870
Tirmizî, Emsâl, 82.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder