30 Ekim 2022 Pazar

Yolun Dönemeçleri Serisi -8- MÜCADELE DÜSTURU
















MÜCADELE DÜSTURU 

"Rahat etseydik bu dünyada, mücadelemiz de olmazdı." Hikmet Anıl Öztekin

Zahmetle, emekle elde edilenin ne kadar kıymetli olduğunu bilsek de mücadele etmeyi göze almak istemeyiz çoğu zaman. O yüzdendir ki rahatımızı bozan şeyler olunca, mevcut durumumuza zarar gelince mücadeleye itiyoruz kendimizi. Tabii bir de şu anki insanlığın huzursuzluğu, kaybolmuşluğu, dağınıklığı; naif gönlünü rahatsız eden güzel insanlar mücadele veriyorlar iyiliğin, afiyetin çoğalması adına. İşte ben de o insanları fark etmeye başlayınca gönül dünyamda bir ışık yandı. Eksik yanlarım dolmaya başladı. Çirkin olanı görünce: " Ben işimi halledeyim, benden sonrakiler ne yaparsa yapsın, bana ne." demeyip, " Benden sonra gelen insanlar bu çirkinlikle muhatap olmasın, onu düzeltivereyim." diye koşturan yüce gönüllü insanlar... Ve onların çalışmaları, projeleri... Üstelik bir de onun sadece geçici dünyasını değil, kalıcı dünyasını imar etmesine kendi ömründen vererek yardım edenler... Evet en başta Efendimiz aleyhisselam ve diğer peygamberler, onların güzide dostlarından haberim vardı. Ama kendi asrımda Allah'ın sevgili kullarının hayatını sadece okumayıp, hayatına döken, ciddi projeler yapan, koşturan insanları görmek beni derinden etkiledi. Ve beni de harekete sevk etti. 

"Ey Allah adına koşanlar, daha hızlı koşun!" Hasan el Benna' nın bu sözüyle de daha hızlı koşturmak gerektiğini anlıyoruz. Koşalım kendimizi bulmak için. Ve koşalım kaybolmuş insanlığı geri bulmak için...

Hikmet Anıl Öztekin' in yüreklere dokunan bir videosunu metin hâline getirmiştim. Kendim arada bakarım. Videonun adı: "Bu Sohbeti Özellikle Sen İzle". Ve sevgili okur, tabii ki sen de izle. ;) Hikmet abi videoda daha duygulu ifade ediyor. Ben de buraya metnini bırakıyorum;

"Sen bu dünyada gelip geçici şeylere değil, bu tüm meseleler içinde olabilecek en büyük mesele ile ilgilen derttaş. Bir gün öyle, bir gün böyle bir meseleye değil; yaratılan ilk atomdan beri hiç değişmemiş olan meseleye sarıl. Çünkü bizim O'ndan başka kimsemiz yok. Kimse yoksa O var. Kimse duymasa O duyar. Bizim sarılacak insanlara ihtiyacımız yok ki. Bizim sarılacak O'nun yolunda bir derde ihtiyacımız var. Unutma kardeşim, bir insanın ne kadar ailesi yoksa, ne kadar kimsesi yoksa, ne kadar konuşacak kimsesi yoksa, ne kadar derdini dinleyecek kimsesi yoksa o kadar Allah'ı vardır. Ve unutma! Bu dünyada elini, kalbini, dilini haramdan sakınanların avuçlarına ettiği dualar gün gelecek kabul olacak. Yarın dışarda kimsesiz sokaklara sadece O'nun yoluna sarılmış, tertemiz yüreklere kar yağacak. Issız sokaklara küsme sakın derttaş. Belki bu ıssız dediğimiz sadece O'na meyledelim diye yine O'nun tarafından ıssızlaştırılmıştır. Bak kokla! Buz gibi eserken hava, inananların burnunda tarçın kokusu..." 

/Müberra


Videoya ulaşmak için: Bu Sohbeti Özellikle Sen İzle


26 Ekim 2022 Çarşamba

Yolun Dönemeçleri Serisi -7- BİRTAKIM SIZILAR




Birtakım Sızılar


Bozkırın ortasında kalakalmışım

Çaresiz bedenim, dolu zihnimle.

Bozkırda kış kadar kurak ve ayazım.

Her yarayı içine atmış,

Bazen aldatmış

Bazen aldanmış

Olabildiğince karmaşık ve anlamsızım.

Temiz kaldırımlarda yürümek yerine

Çamurlu çukurlarda

Bile isteye debelenmiş,

Elbisemi toza çamura bulamışım.

Annemin binbir emekle yıkadığı elbisem...

Babamın alın terinden elbisem...

Çamur ettim onu

Hem de biraz yıprattım.

Eskisi gibi olur mu?

Bilemem.

Biraz el açıp dua etsem

Hem elbisem hem de şu karmakarışık zihnim 

Temizlense...

Ben ve vicdanım huzur bulsak yeniden. 

Ya da sadece dua etsem ve

Cennette yeni bir elbisem olsa... 

Zaten hiç kirletmemişim gibi

Mutlu etse beni.

Kudretine merhametine 

Sana

Yalnız sana sığınıyorum

Bozkırın ayazı ve içimin yangını

Hiç peşimi bırakmazken.


/Bir Bibliyofil

23 Ekim 2022 Pazar

Yolun Dönemeçleri Serisi -6- GECE YARISI KÜTÜPHANESİ (KİTAP İNCELEMESİ)
















GECE YARISI KÜTÜPHANESİ (KİTAP İNCELEMESİ)

Bizi insan yapan özelliklerimizden biri, geçmiş ve geleceği düşünmek, olanların ve olacakların sorumluluğunu taşımaktır. Tek bir insan yoktur ki geçmişe dair bir keşkesi, geleceğe dair bir inşallahı olmasın.

Hatta kimi zaman bugünden daha çok düşünürüz geçmiş ve geleceği. Senaryolar kurarız. Öyle değil de böyle yapsam bugünüm nasıl olurdu acaba diye... Ama şimdilik böyle senaryolar hayalden öte gidemiyor. Paralel evrenleri/yaşamları düşünüyoruz ama düşünmekten öte gidemiyoruz. Oysa kitaplar bu dünyaları deneyimlemenin yollarından biri. Size bahsedeceğim kitap da bu deneyimi iliklerinize kadar yaşatan kitaplardan biri: Gece Yarısı Kütüphanesi.

Bizimle aynı dertleri taşıyan, geçmişe dair birçok pişmanlığı olan sevgili Nora Seed’in hayatı anlatılıyor kitabımızda. Nora, birçok alanda yeteneği olmasına rağmen bunların peşinden gidememiş, sevdiklerini kırıp kendinden uzaklaştırmış biri. Yüzmeye, müziğe, felsefeye ilgisi ve yeteneği olmasına rağmen zamanla hepsini bırakmış. Gayet iyi giden ilişkisini düğün arefesinde sonlandırmış, tek akrabası olan abisini müzik grubuyla beraber terk etmiş, en yakın arkadaşlarıyla uzak bir ülkede yaşama şansını tepmiş biri Nora. Eminim bu kadar anlatımla bile anlayabilirsiniz onu. Kabuslarını tahmin edebilirsiniz. Uykularını kaçıran düşünceleri sıralayabilirsiniz: "Yüzmeyi, müziği bırakmasaydım?  Nişanlımla evlenseydim? En yakın arkadaşımın teklifini kabul etseydim? Hayallerimin peşinden gitseydim?.."

Bu kadar pişmanlıkla bugünü yaşamaya takati, yarına dair umudu kalmayan Nora intihar etmeye kalkışır. Kısmen başarılı da olur aslında. Ama gittiği yer ölüm değildir, ölüm ile yaşam arasındaki Gece Yarısı Kütüphanesi'dir. Bu kütüphanenin kitapları Nora’nın mümkün olan sonsuz hayat seçeneklerini içermektedir. Nora’ya bir şans daha verilmiştir. Herhangi bir şeyi değiştirdiği olası bir yaşamı deneyimleyebilecek ve severse o yaşamdan devam edebilecektir.

Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Hayatının herhangi bir kısmını değiştirebilir, beğenmezsen yine değiştirebilirsin. Ama Nora ilk başta bunu da reddetmiş hatta: “Ölmeyi dahi beceremiyorum.” deyip kendine bir yük daha yüklemişti. Ama deneyimlediği hayatlar ona gösterecekti ki aslında yaşamayı istiyordu, hayatta kalmak için çabalıyordu. Peki yaşamak isteyen biri neden intihar eder? İlk açtığı kitap bu sorusunu yanıtlamaya yetmişti, pişmanlıklar kitabı ona aslında yaşamaktan korktuğunu fark ettirmişti. Yüzme olimpiyatlarına katılmaktan korkmuştu, müzik grubunu hayal kırıklığına uğratmaktan korktuğu için bırakmıştı, nişanlısını mutsuz etmekten korktuğu için terk etmişti. Durum böyle olunca pişmanlıklar kitabını hafifleterek başlamak istedi. Her seferinde bir şey değiştirdi: olimpiyatlarda madalya kazanan bir yüzücü oldu, ünlü bir rock yıldızı oldu, nişanlısı ile evlendi. Ama bir gariplik vardı. Büyük heyecanlarla başladığı hayatlarda en fazla birkaç gün kalabiliyordu. Çünkü her seferinde pişmanlığından daha büyük acılar da beraberinde geliyordu. Müzik grubuyla devam ettiğinde abisi ölüyordu. Ünlü bir yüzücü olduğunda aile ilişkileri kopmuş oluyordu. Arkadaşı ile gittiğinde onu kaybettiği bir hayatta buluyordu kendini.

Nitekim Nora yine sıfır noktasındaydı ama bir fark vardı: Pişmanlıklar kitabı hafiflemişti. Yapamadığı şeyler için kendini suçlamamak ne büyük rahatlıktı. Kendisini affetmişti ve anlamıştı: Bazı şeylerin olmaması aslında daha büyük felaketleri engellemişti yani daha hayırlıydı.

Tabii insan nereden bilebilir değil mi? Herkes Nora kadar şanslı değil, tüm hayatlarını deneyimleyip, olabileceklerin en hayırlısı olmuş, diyemiyor. Ama başta dedik ya Sevgili Okur, kitaplar bize başka hayatlar deneyimleme şansı sunar. Nora’nın hikayesinde kendimizi bulalım. Her zaman hayırlısı için dua edelim ve her şeyin en hayırlısını nasip eden Rabbimize teslim olalım. Önce kendimizi affedelim, sonra kendimizi affettirelim. Kim bilir belki bizim de alternatif hayatlarımızı deneyimleme şansımız olur cennette…

/Visal

19 Ekim 2022 Çarşamba

Yolun Dönemeçleri Serisi -5- ANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ




Hekimelik Yolu yazarları olarak hayattaki dönüm noktalarımız üzerine yazma kararı verince içinde bulunduğum durumu etraflıca sorgulamaya başladım.

Allahualem, halihazırda hayatımın bir dönüm noktasına tanıklık ettiğimi düşündüm. Tıp fakültesi bitiyor, öğrencilik hali sona eriyor, sahaya çıkıp mesleğimi icra ermek gibi elle tutulur işler yapmaya hazırlanıyordum. Uzun zamandır olmadığım kadar mutluydum çünkü öğrencilik benim için artık bir araf, bir yük haline gelmişti. Ne istediğimi biliyordum. İlk atamaya katılacak, düşünülenin aksine acil yazacaktım hem de. Eylül TUS'una girecek, acil tecrübemden yola çıkarak uzmanlık için Genel Cerrahi ya da Acil Tıp seçeneklerinden birine karar verecektim. Bu bölümler de kazanması nispeten kolay olduğu için uzun zamandır ciddi bir TUS çalışmasına girişmemiştim.

Mezuniyet törenimizden sonra okulun bitmesine henüz iki hafta vardı. Ve biz nasipli 21 kişi bu süreci "Acil Cerrahi" stajında geçirecektik. İntörnlüğün en zor stajı... Acil Tıp ve Genel Cerrahi branşlarını 
isteyen ve aralarında kalan benim içinse büyük bir tecrübe imkanıydı.

Ancak heyecanla başladığım bu staj süreci beni mental ve fiziki olarak zorlamıştı. İlk defa ilgilendiğim bir hastayı kaybetmiştim. Son girdiğim ameliyatla iki etmişti. Bunu bir de hastanenin en sevdiğim alanında, ameliyathanede yaşamak daha üzücüydü. Bunlar ve ölümle sonuçlanmasa da birçok travma hadisesine şahit olmak bir an için çok gelmişti. Ve kendimi bu işe hazır hissetmediğimi fark ettim. Bu yoğun stajda durup düşünecek bir "anım" bile olmamıştı. İhtiyacım olan bu anı, kurtulmayı dört gözle beklediğim öğrencilik halimin devamı ile elde etmiştim. Elhamdulillah dedim. Elhamdulillah ala kulli hal.

Sözün özü, okulum uzadı. İkinci sınıfta kaldığım bütünleme gibi... Ve bu beni o kadar rahatlatmıştı ki...

Dünya hayatı için tek bir ideal süreç yoktu, olmamalıydı. Bu kendi ürettiğim, toplumca diretilen zorunluluklar altında ruhumu ezmekten vazgeçiyordum yine, yeniden... Allah'ın bir kaderinden diğerine kaçıyor, tebdil-i mekanda bir süreliğine de olsa ferahlık buluyordum.

Soracak olursan Sevgili Okur: "Sonuç olarak... Ne yazacaksın?" 
Bilmiyorum. (Ve yaklaşık 6 günüm var. :)
Ama O'nun bildiğini idrak ettiğim ana sığınıp hafifliyorum.

/LeyluNehar
  

15 Ekim 2022 Cumartesi

Yolun Dönemeçleri Serisi -4- HUZUR FİLİZLERİ




 








HUZUR FİLİZLERİ

Karamsarlıkla geçen, huzur bulduğum pek bir şeyin kalmadığı günlerim oldu. Etrafımda çok insan vardı, yalnız değildim ancak içimde sürekli somurtan bir “ben” vardı. Neye somurttuğumu, kime küskün olduğumu bilmiyordum. Mevsimlerden çıkarıyordum acısını, yağmura yüklenirdim en çok. Kara bulutlara, değişken havaya, ne giyeceğimi bilememeye... Oysa hiç suçları yoktu, sadece algılarımı daha da kötüye odaklamama sebep oluyorlardı.

Yüz çevirdiğim meseleler vardı. Dönüp bakmadığım insanlar, tatmak istemediğim duygular vardı. Keşfetmek, eski ben olmak istiyordum. Niçin bu haldeydim?

Aidiyet kavramını bilir misiniz? Bu hissi kaybedip de hiç iliklerinize kadar yaşadınız mı o yabancılığı? Bir yere, bir insana hatta kendi bedeninize ait hissetmediğiniz oldu mu? Olmuştur sanıyorum. Farkları ve yenileri ortadan kaldıran, standartlaşmanın elimizde olmadan yayıldığı  ve onun bir parçası olduğumuz bu günlerde, birçok insanın şartları bir diğerine benzemiyor diye yabancılamıştır kendini. Ait hissetmemiştir olduğu yere.

Şahsen benim için tek sorun küreselleşme ya da standartlaşmaya giden bu sistem değildi. Durum daha karmaşıktı. Ben hayatı tanıyordum, büyüyordum. Eski nedir onu öğreniyordum. Zıtlıklar olmadan kavramları tam idrak edemeyiz. İşte ben de bu durumdaydım. Sahip olduğum her şeyin zıddıyla yüzleşiyordum. Ve yabancılıyordum. Ait hissetmiyordum.

Pekala, sorunlarım aşağı yukarı böyleydi. Sebeplerini o zaman göremesem dâhi şimdi görüyorum ve o giriftten nasıl kurtulduğuma şaşıyorum.

Ve benim dönüm noktam burada başlıyor.

Yanlış anlaşılmasın, hayatımdaki tek dönüm noktası bu değil. Ancak en yenisi ve en anlatılmamışı bu. O yüzden kaleme alıyorum. Günceme kendimden başkasını ortak ettiğim ilk yazım oluyor.

O büyüme sancılarından, varoluşsal soru işaretlerinden ve depresif hislerden kurtulmam bir buçuk yıl sürdü. Kurtuluşum benim dönüm noktam değil. Evet, doğru tahmin ettiniz, nasıl kurtulduğumu idrak edişim... Ah bu kelime... İdrak. Bu, benim dönüm noktam.

İnançlı bir insan olsanız dahi temel ibadetler bazen zor gelir ya da artık hayatınız bir parçası olur ve onları ifa ederken manevi rahatlamaya kavuşamazsınız. Belki kavuşursunuz ancak bu sadece seccade üzerinde geçirdiğiniz vakitle sınırlı kalır. Geri kalan hayatınız aslında samimi bir mü'minin hayatı değildir ancak bunu anlamazsınız bile. Çünkü hala iyilikler yapıyorsunuzdur, hala tesettürlüsünüzdür ve salihlerle berabersinizdir. Dışarıdan bakıldığında hayatınızda büyük bir yanlışa gidiş yoktur.  Ancak bir şeyler rayında değildir. 

Evet, hep beraber bu noktadaki genci hayal ettik. Şimdi bir de o gencin gönlüne şifa olan Hadis-i Şerif’lere bakalım:

"Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da korunmuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır." *

Naslarda (Kur’an ve sünnette) hangi derdin devası yok ki?

İşte alemlere rahmet cânım efendimin bu sözleri ile kolları sıvadım. Haram ve helale dikkat edecek ve hakkında hüküm verilemeyen şüpheli ne varsa ondan sakınacaktım.

Her şey bu kadar basit mi dediğinizi duyar gibiyim. Evet her şey çok basitti ancak kolay değildi. Hiçbir zaman kolay olduğunu hissetmedim aksine çok zorlandım. Ancak hep şunu düşündüm, benden bu sınırlara uymamı dileyen Rahman ki O'nun rahmeti ve merhameti tüm alemi kuşatır, bu zorluğu bana eziyet etmek için vermemiştir. O bana merhamet eder, acziyetime rağmen bu yola girersem bana yardım eder. Ve evet, elbette ki emirlerine uyabilmeyi de Rabbimden istedim.

Bu hal ile "ait" hissettim kendimi, kul olduğumu... Bu dünyaya gelen bir yolcu olduğumu... 

İsmet Özel şöyle der: "(...) Mensubiyet safhasını geride bırakıp keyfiyeti daha yüksek aidiyete vasıl olduğumuzda bizi öncekinden daha disiplinli yaşayış karşılar."* Benim de hissettiğim aidiyet öyle kuvvetliydi ki, uygulama noktasında daha kararlı bir hale geldi zihnim.

Hayatımdan çıkardığım her şüpheli davranış ruhuma bir huzur filizi ekti sanki. Ve eklediğim her bir dua, her bir amel... Bu bahçe böylece genişledi, büyüdü. İçinde ruhumun genişlediği bir huzur bahçem vardı artık. Bunu elde etmenin de bu nimetin devam etmesinin de Allah’tan olduğunu biliyor ve O'na hamdediyorum.

İşte: “Nasıl böyle huzurlu oldum?” ya da “Anlık huzurumu nasıl kaybettim?” diye kendime sorduğumda görüyorum ki ya harama-helale dikkat etmemişim ya da şüpheli bir ameli hayatıma almışım. Bu idraki verip de bana huzuru bahşedene hamdolsun.

İşte böyle Sevgili Okur... Her daim ruhumuzun ve kalbimizin ahvalinden haberdar olmak ve huzur içinde yaşamak duasıyla... Allah’a emanet olunuz.

/Verâ


*[Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû 3, (3329, 3330); Tirmizî, Büyû 1, (1205); Nesâî, Büyû 2, (7, 241).]


*İsmet Özel - Faydasız Randevu syf 67

12 Ekim 2022 Çarşamba

Yolun Dönemeçleri Serisi -3- GENÇLİK YUMAĞI




GENÇLİK YUMAĞI

Ben 17 yaşında dünyanın zevklerine aldanmış, yanlış seçimler yapmış bir gencim...

Tüm bu hengamenin ve telaşenin içinde bir şeye yetişmek için bin şeye geç kalarak sürdüğüm bu hayat, beni büyük bir çekmeceye koydu. Kasvet dolu bir çekmeceydi. Nefes kesen, tarif edilemeyen, büyük bir acıydı bu. 

Zor geliyordu yaşamak. Beni mutlu eden hiçbir şey yoktu. 

Çünkü bu çekmecede sıkışıp kalmak, çıkamamak, beni içten içe öldürüyordu.

Gündüzleri acılarımı belli etmemek için gülerdim, gece de düşüncelerimde kaybolurdum.  

Bir karar vermiştim, vazgeçecektim. Gökyüzüne bakıp derin derin çektim nefesimi, belki de bunun bir daha tekrarı olmayacaktı.

Gırtlağıma bıçak dayamamı engelleyen ey vicdan ve korku...

Bir ip yumağı gibi peşimde, aynı zamanda bir beton yığını gibi sırtımda...

İsterseniz etrafıma dağlar örün ama bırakın artık köşeme çekileyim...

Nereye gideceğimi bilmiyorum, neden gitmem gerektiği bilmiyorum. 

Arkamdan sürekli iteklerlerken üstelik..

Burası bana hiç benzemiyor ama oraya da ait değilim.

Burası çok kalabalık, çok kalabalıksınız. Birbirinizden oluşan kamburlarınız var.

Müziğiniz gürültü patırtı, bağrışmalar...

Size yetişemiyorum, bir nokta gibi kaybolup bir soru işareti olarak tepeme biniyorsunuz.

Durdurun dünyayı lütfen, sevinecek var diye iç çekişlerimi düşünürken.  

Bir anda bir şey oldu.

Olduğum yeri sonunda bulmuştum.  

Evet evet, dolaylı yolların içime attığı düğümün etrafında dönüp dönüp duruyordum.

Çünkü bu yumağın ilmeklerinde dönüm noktamı buluyorum.

Sessizliğin getirdiği bir sözsüz iletişim işliyordum içime. 

Bir kitabın önsözü olacak içli, fakat dünyayı temaşa ederken kocamaaan bir hiçe bürünüyordum.

Başlık atmak istediğim her adımıma istemediğim boşluklar sığdırıyordum. 

Böyle olmamalıydı. 

İşlenmemeliydim, bilenmemeliydim hayata.

Boşluğumun üzerine yalnızlık hissini ekleyerek yürümeye çalışıyorum.

Bu tıpkı kafamın üzerine kitaplar koyup onlarla yürümeye benziyor. 

Kitapları dengede tutmaya çalışırken bir taraftan da iyi bir insan olmaya çalışıyorum. 

Hayatımın tek güzel tarafı bu.

Bunu aşacaksın diye telkinlerde bulunuyorum kendime, kaybettiklerinin aslında kurtuldukların olduğunu öğrenince gövdene yaslanacak, belki yaşlanacaksın. 

Kalbinin yerinde uçuşan simler olacak. Henüz çok gençsin demekten alamıyorum kendimi. 

Parıltını avuç içlerinde taşıyacak ve avuçlarının içinden öpeceksin hayallerinin.

Bence pembe diye bi' renk yok, topraksa Domestos'tan daha iyi bir temizlik maddesi...

Tükenmeyen kalem yok, uyuyunca geçmiyor.

Çikolata beni mutlu etmiyor, çiçekler hemen soluyor.

/Ruhnevaz


8 Ekim 2022 Cumartesi

Yolun Dönemeçleri Serisi -2- HUZURUN ADI TEVEKKÜL














HUZURUN ADI TEVEKKÜL

Gidiyorum bir yolda,

Yol uzun zaman kısa. 

Hangi yönü seçersem

Yepyeni bir başlangıç,

Dönemeçler mevcudiyetinde.

Tek isteğimse huzurla yol almak,

Huzura yol almak... 


Kardelen gibiyim bazen 

Uçurumun kenarında. 

Bazen de dört mevsim çiçek verecek

Her mevsimi bahar addedecek haldeyim.

 

Huzurun adını söyleyin bana, sesleneyim. 

Duysun beni, tutsun yüreğimin ellerinden.


Biri haykırdı huzurun adını: "Tevekkül!

Sen hangi yolda gidersen git, Allah yolunu belirler, düzenler. 

Sen O'na güven O'na dayan."

Ben de haykırdım var gücümle:

"Ey ses! Allah'a tevekkül ediyorum, 

O'na dayanıp O'na güveniyorum, bana yardım eder mi?"

Son bir cevabı vardı: "O'nun bildirmesiyle bildiğim bir şey var.

Allah kendisine tevekkül edenleri sever.

İstediğin gibi...

Sen O'na yönel ve huzurla yol al."


Kendime, kalbime baktım 

Ve hafiflemiştim.

Sırtımdaki yük eskisi gibi ağır, 

Düşüncelerim ise bulanık değildi. 

Yolumu görebiliyorum. 

Çıkmazları hissediyorum.

Ama her şeye rağmen gözlerim ışıldıyor,

Yüreğim sevinçle çırpınıyor, 

Ayaklarım sağlam basıyor artık.


Duam var, Duyan var. 

Bende haykırıyorum yüreğimle huzura:

"Şahit ol Ya Rab! 

Ben sana tevekkülüm ile çıkıyorum bu yola

Sen yar ve yardımcım ol!"


/Asfa Akmer


5 Ekim 2022 Çarşamba

Yolun Dönemeçleri Serisi -1- BİR DEM VAR BENDEN İÇERİ


 

BİR DEM VAR BENDEN İÇERİ

Birkaç gündür onu misafir etmenin telaşı vardı üzerimde. İşte birazdan gelecekti ve oturacaktı mutfaktan bozma salonuma. Mekanların da insanlar üzerine etkileri var diyordu, acaba benim salonum onu nasıl etkileyecekti? Onun için serdiğim bej rengi nevresim takımı da etkiler miydi onu? Ya da salatanın üzerine özenle koyduğum zeytinler? 

Ah, ne çok düşündüm.

Ama o her şeyin müspet yanını görürdü. Ve gördüklerini paylaşırdı. Genelde de şaşırırdım bakış açısına. 

İşte kapım çaldı, tuzluğu tezgaha bırakıp koşuyorum kapıya. Sevgiyle kucaklıyor beni. O bana değil de ben ona misafirim sanki. Yüzündeki tebessümü yine yerli yerinde buluyorum. 

Nasıl olduğumu soruyor, içtenlikle cevap bekliyor. Sevmiyor iyiyim deyip geçiştirmelerimi. Dinliyor beni. Ama bu gelişinde ben onu dinlemek istiyorum, anlıyor bakışlarımdan. Yemeğe geçiyoruz.

Bismillah...

Daha önce ona sormuştum. 

Nasıl ferahladı kalbin, nasıl attın dünyayı arkana, nasıl yöneldin Rabbine de seni görmek bir yana düşününce bile günahlardan el ayak çekiyorum. Boş geçirmek istediğim bir vakitte hesap vereceğim gün aklıma geliyor.

Dilim suskun dururken yaprağının gölgesinde atların koşturduğu cennet ağaçları geliyor da aklıma. "Subhanalahi ve bihamdihi!" deyiveriyor dilim. Önüme düşen herhangi bir yazıyı okumuyorum artık. Mü'min öyle her şeyi okumaz demiştin. Tıka basa yiyemiyorum artık. O çocuklar aklıma geliyor, bu yemeği onlara nasıl ulaştırabilirim diyorum. Yine kendimden bahsediyorum ama bu kez seni konuşacaktık. Belki benim bir dönüm noktam da sensin. Peki senin dönüm noktan neydi?

Masayı birlikte topluyoruz o sırada yolculuğunu anlatıyor. Sonra dünya yolcuğunu. İşte soruma cevap geliyor. Son tabağı da yerleştirip karşılıklı oturuyoruz. Biz oturunca pencerenin önündeki kuşlar uçuveriyor. Gülümsüyor yine... Sonra devam ediyor anlatmaya:

"Birkaç yıl önce Rabbimi biliyor ama tanımıyordum. Dünyaya öyle bir kaptırmıştım ki kendimi... Yaptığım iş günah mı mübah mı, düşünmüyordum. Planlar yapıyor ama benim için en güzel planları yapanı unutuyordum. Günlerim çok hızlı geçiyordu ve anlık memnuniyetlerim oluyordu. Devamı gelmeyen samimiyetler... Ve sonra günahlarım beni öyle bir sardı ki bir yangın yerindeydim sanki. Bir ben vardır benden içeri denilen "ben" yanıyordu, yanıyordum! Nasıl duymadım çığlıklarını bilmiyorum. Sıcak suya birdenbire atılan kurbağa? Değildim. Yavaş yavaş suyu ısınan kurbağaydım ben. Günahlara yavaş yavaş alışmamın, "Bu da mı günahmış canım..." diyen egomun cezasını yanarak ödedim. Ben yanarken günahıma ortak olan kimse yoktu yanımda. Saatlerce süren boş konuşmalarımızı, gereksiz tartışmalarımızı, kalbi yoran kahkahalarımızı dinledim zihnimdeki kayıtlardan. Nasıl da sürüklendiğimi hayal ettim.

Ağladım. Ağladım. Ağladım. 

Estağfirullah dedim. 

Rabbim ben bilmiyordum beni doğruya ilet.

Tanımıyordum seni, bu kulunu affet.

Dönmeyeceğim bir daha onlara.

Affet, affet, affet. Beni hidayete sevket. 

Ben tevbeyi de tevbenin kuvvetini de bilmezdim. Bana tevbeyi de Rabbim öğretti. Nasuh tevbesiymiş adı. Bir daha dönmemekmiş. Günahına dönmeyi ölümün bilmekmiş. 

Tevbemden sonra hayatım öyle hızlı değişti ki inanamadım. Etrafımdaki insanlar başka şehirlere gittiler. 

Cıvıl cıvıl arkadaşlarım oldu sonra, onlarla saatlerce konuşmazdık ama konuştuklarımızı gün boyu unutmazdım. Onlar kitap okurlardı bana ya da bir ezgi söylerlerdi. Onlar Rabbimi hatırlatıldı. O vakitler bilemedim ama Rabbim çevremi değiştirmişti. 

İşte şimdi de tüm bunlar için ölene kadar hamdedip teşekkür ediyorum. Bu leziz nimete nankörlük etmek istemiyorum. 

Hatırlamak ve hatırlatmak... Tek derdim bu artık."


Nasuh bir tevbenin meyvesiymiş meğer ondaki meziyetler. 

Nasuh tevbe deyince Tahrim suresi 8. Ayet-i Kerime aklıma geliyor. 

" Ey iman edenler! İçten ve samimi bir tevbe ile Allah’a yöne­lin. Umulur ki Rabbiniz günahlarınızı örter ve sizi içinde ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. O gün Allah Peygamber’i ve onunla berabe­rindeki mü’minleri utandırmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Onların nurları önlerinde ve sağlarında koşturup yollarını aydınlatır. Onlar da: “Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla! Şüphesiz senin her şeye gücün yeter!” diye dua ederler. "

Gülümsüyor bana yine. Onu çok seviyorum Allah için onu çok seviyorum. 

İçimdeki ben dua ediyor. 

Rabbim bizi günah işlediğinde tevbe edenlerden ve tevbesi kabul olanlardan eyle. 

Amin. 

Ben de bir çay koyuyorum.

/Merdümgiriz

25 Eylül 2022 Pazar

"Bir Gün Değil Her Gün Gidelim" Kitabının Yazarı DÖNE CENGİZ ile Röportaj

 

Asfa Akmer: Sizi tanıyalım.

Hüma Asaf: Ben Döne CENGİZ. 28 yaşındayım, evliyim ve bir çocuk annesiyim. Kilis’te doğdum, büyüdüm, öğrenim hayatım burada geçti. Şu an Kilis’te hemşirelik yapıyorum.

Asfa Akmer: Yazarlık sürecinizi anlatır mısınız?

Hüma Asaf: Çocukluğumdan beri küçük denemeler, hikayeler yazıyordum. Kompozisyon yarışmalarına katılıyordum. Sonrasında Hekimelik Yolu ile tanıştım. Bana aile, sıcak bir yuva oldular. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim. Dört yıldır onlarlayım, aktif olarak orda yazmaya gayret ediyorum. Bunun dışında kendi yazılarımı da arşivime ekliyorum.

Asfa Akmer: Hekimelik Yolu ile nasıl tanıştınız? Yazarlık hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Hüma Asaf: Düzenli yazı yazmak, islam hakkındaki düşüncelerimizi ifade ediyor olmak çok güzel ve çok anlamlı. Kendi tecrübelerimizi paylaşabiliyor, başkalarının tecrübelerini okuyabiliyor olmak çok şey katıyor insana. Hekimelik Yolu ile tanışmamı sağlayan Merve idi, ona da kucak dolusu sevgiler. Sonrasında diğer arkadaşlarla beraber kocaman ve sevgi dolu bir aile olduk elhamdülillah.

Asfa Akmer: Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?

Hüma Asaf: Öncelikle ben bir anneyim her şeyden ziyade. Çocuğumun cami ile beraber, namaz şuuru ile büyümesini isteyen bir anneyim. Bu sebepten ötürü ilk aşamada ona camileri sevdirmek istedim. Önceleri camiye götürmeye korkuyorduk. İlk başlarda camilerin renkli minarelerini tanıttık. Sokaklardan geçerken renkli camileri takip ettik, önce onları sevdik. Bazen o sokaktan geçmemizin tek sebebi renkli bir minare görmek olurdu. Önce minareleri kovaladık sonra caminin içine girmeye başladık. Şimdi oğlum 3.5 yaşında bizimle camiye geliyor, biz namaz kılarken bizi taklit ediyor. Allah hepimize taklitten tahkike gidebilmeyi nasip eylesin.

Asfa Akmer: Kitabınızın konusunu neden bu yönde seçtiniz?

Hüma Asaf: Türkiye’de oturmuş bazı yanlış düşünceler var. Camilere sadece cuma gidilir algısı var. O yüzden kitabımın adını “Bir Gün Değil Her Gün Gidelim” yapmayı seçtim. Yani bir gün değil her gün gidebilmeyi Allah nasip eylesin.

Asfa Akmer: Hekimelik Yolu olarak Ekim ayı (2022) serimiz “Dönüm Noktası” üzerine. Sizin için de ilk kitabınızın yayınlanması bir dönüm noktası diyebilir miyiz?

Hüma Asaf: Dönüm noktası mı değil mi bilemiyorum. Çünkü bunu zaman gösterecek. Yeni bir yazar mı doğacak yoksa Kendi çabaları ile bir iki kitap çıkarıp bir köşede duran sıradan bir kitap olarak mı kalacak. Bunu zaman ve insanoğlu gösterecek. Yani ne evet ne hayır. Sonuçta bunu bir servet kazanma düşüncesi ile değil. Sadak-i cariye hükmünde olabilsin diye yazdım. 10 tane çocuk için bile ilham olsam. Evet bu benim için dönüm noktası olur. 10 çocuk 10 aile demek ve 10 aile de 10 nesil deme.

Asfa Akmer: Hem anne olmanız hem eş olmanız kitaba nasıl bir süreç kattı?

Hüma Asaf: Anne olmak bunun ilk adımı. Çünkü masalları sevmeye oğlumla beraber başladım. Ona okuyacağım kitapları önce ben okudum analiz ettim. Önceleri bu kadar bilinçli bir hikaye okuyucusu değildim. Son 3.5 yılda öncesinde okumadığım kadar çok hikaye okudum. Yani annelik içgüdüsü, ona yararlı şeyler öğretme isteği bu kitabın şekillenmesinde çok önemli güçlerden biriydi. Eş olmak çoğu zaman zorlaştırdı işleri, çünkü hepsine yetişmek zor olabiliyor. Ev, iş, okul… Ama yazmak aslında bir kaçış noktası oldu. Severek yapıyorum, yapmaya da devam edeceğim inşallah. Benim asıl mesleğim hemşirelik değil de yazarlık diye düşünüyorum.

Asfa Akmer: Yazarlık serüveninize ne şekilde devam etmeyi düşünüyorsunuz? Çocuk kitapları üzerine mi yoğunlaşacaksınız? Kitap seri kitabı mı olacak?

Hüma Asaf: Şu an 4 serilik bir kitap üzerine çalışıyorum. Birinci kitabı bitti sayılır. Oğlumun yetişme sürecinde kuranın etkisini arttıracak bir masal serisi olmasını ümit ediyorum. Kuran surelerini bilmece ile çocuklara öğretmeyi amaçlayan bir seri olacak inşallah. Aynı zamanda aile ilişkilerini temel alan ve bu ilişkiyi güçlendirecek bir eser olması için çocuğun anne babasıyla beraber çözebileceği bilmeceler, oyunlar yapmaya çalışıyorum.

Asfa Akmer: Kitabı yazarken ilham aldığınız kitaplar oldu mu?

Hüma Asaf: Hatice Kübra TONGAR, Nurdan DAMLA, Saliha ERDİM ilk adımda sorulunca bu isimler aklıma geliyor. Gerçekten muazzam insanlar. Benim örnek aldığım kişi Hatice Kübra TONGAR, genç yaşlarda bu yola girmiş ve sektörde yılmadan, yıkılmadan bugüne gelebilmiş başarılı bir yazar ve anne. Umarım bir gün ben de bir Hatice Kübra TONGAR olurum.

Asfa Akmer: Sizin annelikte faydalandığınız ve annelere, ailelere önermek istediğiniz kitap/film var mıdır?

Hüma Asaf: Hatice Kübra TONGAR’ın tüm serilerini öneriyorum. Özellikle “Bağırmayan Anneler” ve “Bağırmayan Çocuklar”. Salih UYAN’ın “E-beveyn Olmak” kitabı da iletişim ve teknoloji üzerine yazılmış çok güzel bir eser.

Asfa Akmer: Biz okuduğumuz da çok keyif aldık peki oğlunuza okuduğunuzda tepkisi nasıl oldu?

Hüma Asaf: Aslında ben bunu kaydetmek istiyordum ama oğlum tesadüf eseri kitabı kendisi okudu. Onun kitaplarını hep ben alırım ve ilk baskıdan kitaplar geldiğinde arabada onları bulup “Aaa anne bana bir sürü kitap mı aldın?” demişti. Oysa hepsi aynı kitaptı, açıp hepsini yeni kitapmış gibi okudu. Açtığında minareleri görüp renklerini tanıması, bana anlatmaya başlaması çok hoşuma gitti, kitabı gerçekten beğenmişti. Çok mutlu olmuştum.

Asfa Akmer: Kitabın resimleri için nasıl bir yol izlediniz? Hayaliniz neydi?

Hüma Asaf: Görseller Huzme Junior’dan esinlenerek oluşturuldu. Onların sayfasını çok beğeniyordum. Kitapların resmi için Buket Hanıma bu sayfayı örnek gösterdim. Bu sayfayı örnek alarak ilerledik

Asfa Akmer: İlerleyen zamanlarda ortak bir çalışma planlıyor musunuz?

Hüma Asaf: Hekimelik Yolu ile beraber çalışmayı, beraber bir kitap yazmayı çok istiyorum. İnşaallah nasip olur.


 

 

 


3 Şubat 2022 Perşembe

Kalbin Erbaini Serisi -9- İNSAN DA KEDERLE GÖÇER

 

Geçmişten günümüze çeşitli bilgi tanımları yapılagelmiştir. Tanımlar arasında modern bilgi tarifine en uygun olanı ise “Akleden (özne) ile akledilen (nesne) arasındaki özel ilişki” şeklindeki tariftir. En genel tarif ise “suje ile obje arasındaki ilişki” dir. Tanımların fazlalığına rağmen tanıyamıyoruz ki aradaki köprülerden. Sınırlandırıyor bakışımızı bir at gözlüğü gibi. Aslında aracısız, perdesiz seyretmek gerekir cemali.

Bilgi, uzaklaştı bizden. Sanki soğuklaştı birden. Her şeyi akla yatırmaya çalışırken uyuyup kaldık ninni söylerekten. Zaten bir daha da uyanamadık. Bizi serumlarla beslediler, içine de istediklerini eklediler.

Bilgi, İslam terminolojisinde genel olarak “el-ilm” ve “el-ma’rife” terimleriyle ifade edilmektedir. İlim, bilimin yanında ilahî ve beşeri tüm bilgi için kullanılan daha kapsamlı bir terimdir bakış açımızı genişleten. Genişledikçe daha da derinleşen. Merkezi kalp, yardımcısı ise ilham, keşif, akıl ve duyular olan...

Akıl ile erilmez, ulaşılamaz. Biz ise aklımız yeterli diyoruz ama hiçbir şeyi çözümleyemiyoruz. Sonra çıkmazlara giriyoruz orada da öylece kalıyoruz. Bilgi, sadece akılla kavranabilen bilimsel teorilerden oluşan soğuk duvarlar ardında tanımlanmış verilerden ibaret değildir. Nasıl ki insan kemiklerden, et yığınından ibaret olmadığı gibi bu kadar basite indirgenecek bir mekanizma değildir. Zira beden, insan yapısını oluşturduğu kadar aynı zamanda insan, ruhsal bir yapıya da sahiptir. Bu iki yapı birbirinden ayrı düşünülemez. Eğer insandan ruhu çekip alırsak ölü cesetten başka geriye hiçbir şey kalmaz.  Ölü bir ceset ise ya toprağa gömülmeye ya da yırtıcı hayvanların elinde yenilip gitmeye mahkûmdur. Oysa ruhtu bedene can veren. Unuttuk ruhumuzu. Can verdi bir köşede acaba sesini duyduk mu?

Aynı şekilde bilgi kavramını sadece bilimsel olarak düşünürsek ölü bir cesetten pek de bir farkı yoktur. Zira onun ruhunu söküp çıkarmışız demektir. Aynı tek kanatlı kuş gibi, o kuş hiçbir zaman uçamaz. Biz ise hapsettik kuşları içimize, uçamıyor artık istedikleri yere, kanadından vurduk zincire, inliyor öylece bir köşede..

Biz dünyaya gönderilmiş başıboş insanlar değiliz. Acaba sen kalbine baktın mı hiç? Bakmakta yetmez ki sen kalbini okudun mu hiç?  Her eşyanın bir hakikati var, sen onu okudum diyorsun lakin aynaya bakmıyorsun. Oysa okumak için görmek gerekmez mi? Fakat sen görmüyorsun. Artık göremiyorsun. Karın birikmesiyle kaybolup giden arabalar gibi gönlümüze yağan kirlerde kaybetmişiz kalbimizi. Karlar eriyip gider de gönüllerimizi ne temizler ki? Ruhumuzu süslemenin artık vakti gelmedi mi? Kalbimizden çıkarmalıyız her şeyi, O’ndan gayrı her şeyi. Zira perdeyi aralamaya bir rüzgâr yeterli. Bilgi bir inciydi sen onu karalarda aradın, aklettim sandın lakin gönül aynan ile bakmadın. Sen eşyanın hakikatine varamadın, belki de dağlar taşlar aştın, oysa senin içindeydi muradın fakat sen bunun farkında olamadın. Aslında hiçbir şey bilmiyoruz. Bildiklerimizi de dağ zannediyoruz ama gökyüzünü unutuyoruz. Gölgemizin peşinden koşup duruyoruz ama güneşi unutuyoruz. Acaba sıcaklığını da mı hissetmiyoruz? Eğer ulaşmak istersen hakikate önce aynanı temizle var gücünle. Aydınlık ulaşmazsa yerine, mahkûmuz karanlıklar içine…

 


26 Ocak 2022 Çarşamba

Kalbin Erbaini Serisi -8- KUL EDEN Mİ? KÜL EDEN Mİ?

   Haset, hayatımızın baş ucuna yerleştirdiğimiz bir öge haline gelmişken ve artık bu durumun önü kesilemiyorken gelin beraber önce kendi nefsimize dokunmaya gidelim ve buyurun muhabbet edelim, hasret giderelim.

   Yazıma çok güzel olduğunu düşündüğüm ve bilhassa bu konuyu idrak edebilmemiz için anlaşılması gerektiğine inandığım bir cümle ile giriş yapmak istiyorum:

   "Mü'min gıpta, münafık haset eder"

  Bu cümle anlayana kadar defalarca okunmalı ve zihinlerimizde yer etmeli. Hatta duvar panosuna doğa fotoğrafı yerine şu yazı asılmalı diye düşünüyorum. Şimdi gelin bu önemli cümleyi daha iyi anlamaya çalışalım.

   İmam Gazali'ye göre haset, bir nimete karşı olur. Allah bir kimseye bir nimet bağışladığı zaman diğer insanda ona karşı iki türlü hal belirir: Birincisi, ne varlığa sevinmek, ne de yok olmasını istemektir. Bununla beraber o insanda bulunan nimetin kendinde de bulunması istenebilir. Buna "gıpta" denir. İkinci hal ise o nimeti çok görerek onun elinden gitmesini istemektir; buna "haset" denir. Hasedin tezahürü de bir insanın elindeki varlığı, nimeti çok görmek ve yok olması halinde sevinmektir. Kuran-ı Kerim'de de şöyle izah edilir bu durum;

 "Size bir iyilik dokunsa bu onları tasalandırır, size bir kötülük dokunsa ondan ötürü sevinirler." (Âli İmran, 120)

   Ehl-i kitabın içlerindeki hasetlerin kendilerini nasıl bir yola sürüklediği de şöyle anlatılmaktadır: "Kitap sahiplerinin çoğu, gerçek kendilerine belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetten ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler." (el-Bakara, 109)

   Kendilerine kitap ve ilim geldikten sonra insanların birbirlerine düşmelerinin sebebi de haset olarak ifade edilmiştir: "Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece azalarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar (azabın ertelenmesi hakkında) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir) idi." (eş-Şurâ, 14)

   Genelde bizler halk arasında kıskançlık ile haset etmeyi aynı anlamda kullanırız. Oysa yukarıda da ifade edildiği gibi kıskançlık, insanın elindekini sakınmasıdır. Haset, bir başkasının elindekine göz dikmektir. Allah Teala kullar arası hasedi yasaklamış ve haram kılmıştır dostlar. İnsanı kül eden hasettir.

İmam Gazali'ye soruluyor:

"Bir konudaki duruşumun haset olup olmadığını nasıl anlayabilirim?"

"Seninle beraber aynı rahlede bulunan arkadaşının bir başarısını duyduğun zaman ya da  o kişi yanında başkası tarafından övüldüğü zaman kalbinde sıkıntı duyuyor isen sen haset üzerinesin." diyor.

   Ey güzel kardeşlerim, haset, Hz. Adem (as) gibi büyük bir peygamberin yetiştirmiş olduğu peygamber çocuklarını bile cehennem çukuruna düşürebilmiştir. Öyleyse kendimize gelip bu çukura düşmemek için dua etmeliyiz. Sonra nefes alıp şöyle bir bakmalıyız, kalbimizi yoklamalıyız. Ve demeliyiz ki nefsimize: 

"Kimlere haset ettik ey nefsim?

Hangi akrabamızdaki malı çekemedik?

Kardeşinde olan hangi özelliği anne- baban övdü diye içerledin?

Söyle ey nefsim çevrendeki hangi güzellik seni sıkıntılandırdı? Söyle, söyle ki bu çukurdan çıkalım ve Firdevs'imize bir adım daha yaklaşalım."


Rabbim hepimizin bedeni ve kalbi tüm hastalıklarına şifa nasip eylesin güzel dostlar.

Selam ile dua ile kalın...

Hoşça Kalın!

 

/HümaAsaf

 

24 Ocak 2022 Pazartesi

Kalbin Erbaini Serisi -7- RÜZGARLARIN SAVURDUĞU KUŞ TÜYÜ

 “Allah’ım kalbimin dağınıklığından sana sığınırım." Merak ediyor ve soruyorlar: “Ey Ebü’d-Derda! Kalbin dağınıklığı ne demektir? Diyor ki: “Her vadide malım olsun düşüncesidir, her işte parmağım olsun arzusudur.”

   Güzel bir duayla başlamış olduk. Çok severim bu duayı. Ben zihnimin dağınıklığından da Allah’a sığınırım şeklinde ekleme yapıyorum :) Malum kalp de dağınık olsa zihin de dağınık olsa insandan geriye kalan sıhhatli olmuyor.

   Eveeet konumuz: kalp. Başlığımızın da neden böyle olduğunu ilerde anlarsınız :) Bazı mutasavvıfların, mahiyetinin bilinebileceğini ancak bu ilme herkesin vakıf olamayacağını belirttiği; bazı sûfilerin ise mahiyetinin de bilinemeyeceğini söylediği kavram... Her yiğidin harcı olmayacak bir konuya niyetlendik. İşin ehlinden olduğumuz için değil, bize ve sizlere güzel şeyler katsın diye…

   Kâ’b elAhbâr’ın rivâyetine göre; “Bir gün Hz. Âyşe (r.a)’nin yanına geldim ve bana: İnsanın gözleri yol göstericidir, kulakları haber toplayıcıdır, lisânı tercümandır, elleri kanatlardır, ayakları postadır, kalbi meliktir. Melik iyi olursa askerleri de iyi olur.” diyerek "Rasûlullah (s.a.v.)’den böyle işittim." dedi. [1]

   Evet vücudumuzun meliki olduğunu söylüyor sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem. Melik de ne kadar iyi, ne kadar donanımlı olursa askerleri de halkı da o kadar iyi oluyor. O kadar güzel işlere imza atabiliyorlar. Biz ne yapacağız peki? Yatırımımızın büyük kısmını kalbimize yapacağız o zaman. 

   Kalp kelimesi lügatte “Bir şeyi bulunduğu halden başka bir hale çevirmek” anlamına geliyor bildiğiniz üzere. Gazâlî kalbin değişmesine yönelik şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Kalp, her taraftan yağan mermilerin bir hedefidir. Atılan oklardan biri kalbe değdiği zaman, ondan müteessir olur ve onun tesirinde kalır. Başka taraftan bunun zıddı olan bir şey isabet ederse, bu defa vaziyeti değişir. Meselâ şeytan gelip onu kötülüğe davet ettiği zaman, melek gelir onu iyiliğe davet eder. Bir şeytan gelir kötülüğe çeker, öbür şeytan gelir başka bir kötülüğe çeker. Bir melek bir iyiliğe çekerken bir diğeri de bir başka iyiliğe çeker. Bazen iki melek ve iki şeytan arasında münâzara olur. Hiçbir vakit boş kalmaz.” [2] Hiç kalbinizin boş kaldığını hatırlıyor musunuz :)

    Kocaman bir savaşın içindeyiz: kulluk vazifemizi yerine getirme savaşı. Her taraftan oklar yağıyor kalbimize. Aynı zamanda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “Kalp, bomboş bir arazide rüzgârların oraya buraya savurduğu bir kuş tüyüne benzer” buyurmuştur. Çok kolay bir şekilde yön değiştirebilen ve her taraftan taarruz edilen bir kalbimiz var. Başı boş kalabilir mi kalp? Büyük savaşların ortasında savunmasız bırakılabilir mi hiç?

Kalbimizi nasıl koruma altına alabiliriz, saldırılara karşı nasıl savunabiliriz, bir bakalım. 

   Gazâlî, davranışlarda insanın yanlışlıklara, yanılmalara düşmesinin bilmemekten değil, bedenin şehvet, öfke gibi enerjilerine, hevâya ve şeytana tâbî olmaktan doğduğunu belirtiyor.

   Nice kalpler var ki, onları şeytan orduları fethetmiş ve onlara mâlik olmuştur. Âhireti arkaya atıp dünyalığı tercih eden vesveselerle kalbi doldurmuşlardır. Bunların, kalbi istilâlarının ilk yolu şehvet ve hevâya uymaktır. Bundan sonra kalp, ancak şeytanî kuvvetlerden tahliye ile fethedilir. O kuvvetler de hevâ ile şehvettir. Bunları boşalttıktan sonra da, Allah’ı zikretmekle kalbi tâmir etmek gelir. [3] Kalpten şeytanın vesvesesini atmak ancak o vesveseyi veren şeyden başkasını kalbe koymakla mümkündür. Allah’ı zikirden başka kalbe ne koyarsan, şeytanın vesvesesine yardımcı olabilir. Kalbi şeytanın vesvesesinden koruyan, ancak Allah’ı anmaktır. 

   Bir bardak var elimizde, kirli. Onun içine temiz su koyup içebilir miyiz? Veya ağzına kadar dolu, üstüne yeni bir şey ekleyebilir miyiz? Günahlarla kirlettiğimiz gönül kabımızı zikirlerle temizleyip boşaltacağız ki içinde güzelliklere yer açacağız inşallah.

   Ve bir diğer çok önemli husus körle yatan şaşı kalkar… Yani insanın ahlakı, kalbi çevresinden etkilenir. Kalpler hırsızdır, huy çalar. “Ey îmân edenler, Allah’tan korkun ve sadık kimselerle beraber olun!” [4] âyet-i kerîmesi insanların iyilerle bir arada bulunmasını emrederken “Hatırladıktan sonra zâlim kavmin yanında oturup kalma!” [5] buyruğu da insana manevî kirler bulaştıracak özellikteki kimselerle uzun boylu ülfet etmemeyi emretmiştir. Zira manevî lekeler kalp üzerine düşmekte, sakınılmadığı takdirde kalbi tamamen kaplayarak karartmaktadırlar.[6]

   Gazâlî’ye göre günah çoğaldıkça kalp mühürlenir ve bu sırada kalp, hakkı görmekten, dinin iyiliklerini anlamaktan uzaklaşır, âhirete kıymet vermez, dünyaya ehemmiyet vermeye başlar ve tamamen dünyaya bağlanır. Âhiretle alakalı sözler bir kulağından girer, diğer kulağından çıkar. Bu sözler kalbine yerleşmez, kendisini tövbeye ve noksanlarını telâfiye tahrik etmez. İşte bunlar âhiretten ümitsiz kimselerdir. Kalbin günahlarla kapkara kesilmesinin anlamı budur. [7] Çok dikkat kesilmemiz gereken bir husus. Belli dönemlerde insanın dini vecibelere, sünnete, müstehaplara ilgi alakası ve onlara verdiği önem azalabiliyor. İşin takvasını arka plana atıp dünyalık heveslerinin daha fazla peşinden gitmeye başlıyor. Taviz tavizi doğurup kulluğunu güzelleştirip ilerletmesi gerekirken bir hayli geriye düşebiliyor. Ahiretle alakalı sözlerin kalbe tesiri azalıyor. Çok hassas dönemler bunlar sevgili okur. Dünyalık arzularının peşinde giderken haddi aşıp takvamızın azalmasına izin vermemeliyiz. Uyanık olalım ve tavizleri fark edelim. Bunların bir taviz olduğunu kabul ederek başlayalım ve düştüğümüz yerden doğrulalım. Artık geriye gitmeyi bırak ve ehli takvadan olmayı murad edelim. Nureddin hocanın dediği gibi amacımız cennette Efendimiz aleyhisselamla ve onun ashabıyla beraber olmak olsun. Neden daha azını isteyelim değil mi ? :)

   Allah’ım bize bir hikmet bahşet ve bizi salih kimselere arasına kat. Sonra gelecekler arasında bizi doğrulukla anılanlardan kıl. Cennette sevgili Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin dostluğunu ihsan et.

  Son olarak, dünyalık arzularımız ve ahiretimiz arasında nasıl bir denge kurmamız gerekiyor? Bir hikaye ile anlamaya çalışalım: Alim bir zatın yanına bir adam geliyor. O zatın da malı mülkü yerinde. Adam diyor ki: “Ben namaz kılarken hayvanlarım sürekli aklıma geliyor. Sen nasıl huşu içinde namaz kılabiliyorsun?” O alim zat da diyor ki; “Ben hayvanlarımı ahıra bağlarım, kalbime değil.” O kadar manidar bir cevap ki… Dünyalık arzuların, heveslerin kalbimizde yer almaması gerekiyor. Aslında en büyük imtihanımız bu değil mi: Kalbimizdeki gelip geçici, fayda sağlamayan sevdalarımızı azaltıp Rabbimize olan sevdamızı hakim kılmak. Temennimiz, duamız bu yönde. 

Bu yazıyı okuyan güzel insandan ufak bir istirhamım olacak; bana da dua edersen mutlu olurum:) 

“Kalp, ebedü’l-abada müteveccih açılmış bir penceredir; bu fani dünyaya razı değildir.” R.N.K

                                                                                                                                                                

 /MÜBERRA

 

KAYNAKÇA

1)Gazzâlî, Mîzân, s. 67-68; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, Beyrut, 1407/1987, VI/47

2)Gazzâlî, İhyâ, III/98

3)Gazzâlî, İhyâ, III/61

4)Tevbe, 9/119

5)En’âm, 6/68

6)Tirmizî, Tefsîr, 83; bkz. Mustafa Öztürk, a.g.t., s. 64

7)Gazzâlî, İhyâ, III/29

Bu yazıda Nurbol Abubakirov’un yüksek lisans tezi ‘Gazzali’de Kalp Kavramı’ başlıklı makalesinden alıntı yapılmıştır.


19 Ocak 2022 Çarşamba

Kalbin Erbaini Serisi -6- SONSUZ

Herkesin bir dünyası var içinde...
Her daim yanında taşıdığı, mevsimlerin yaşandığı, dalgaların coştuğu, fırtınaların koptuğu, çoğu zamanda durulduğu zannedilip tufanların yaşandığı...  
Aslında bilmiyoruz bu âlemi, belki de önemsemiyoruz. 
Acaba unutuyor muyuz aslında en başta hatırlamamız gerekeni?

Kendimiz kirletiyoruz bu dünyayı günden güne, sanki özenle seçiyoruz çöplerimizi. Kördüğümler atıyoruz, çözülmesi meşakkatli. Yaralar açıyoruz durmadan kanayan. Sanki hiç yaramız yokmuş gibi. Araya engeller, yığınlar çiziyoruz. Sanki ressammışız gibi... Susturuyoruz ruhumuzdaki çığlıkları, belli ki o da teslim olmuş artık duyulmuyor sesi, inliyor sadece bir köşede kurtulmayı bekler gibi. Yardım etmiyoruz ona tutmuyoruz ellerinden... Ayaklarının üstüne basamıyor sürüklenip gidiyor bir saman çöpü gibi, akıntı nereye giderse...

Ne kadar haberdarız bu âlemden? Neden çiçekler bitmiyor bu dünyada kokusu etrafa yayılan, güzelliğiyle göz kamaştıran? Ruhumuzun evini kurtarmak için ne kadar savaşıyoruz? Her gece ağlayışlarını neden duymuyoruz. Yalnız bırakıyoruz onu karanlıkta. Neden?  

Her sözümüz her fiil ve davranışımız gönlümüzdeki yaraların varlığını ele veriyor aslında. İtiraf ediyor haykırarak ve bir ışık bekliyor tedavi edilmek için. Gönlümüzdeki hastalıklar günden güne artıyor hatta bulaşıyor yanımızdakine. Ne de çok zarar veriyoruz çevremize en sevdiklerimize.  

Kalbimiz olabildiğince genişleyen ve olabildiğince daralan bir yapıya sahip iken neden daraltmayı seçiyoruz? Yüce Rabbimizin gönüllerimize bağışladığı bu nimeti neden göremiyoruz? Bahanelerin ardına mı sığınıyoruz? Erteliyor muyuz mesela? Yalanlarla mı avutuyoruz kendimizi? Halimizden bihaber olmamızdan mı bu kayıtsızlığımız? Acaba bakıyor muyuz aynaya yoksa kirlendiği için görmüyor mu nefis eksiklerini?

İlk başta kalbin fonksiyonlarını azaltan hatta yok eden kalp hastalıkları bertaraf ederek yolumuza koyulmalıyız. Tövbe ile çıkmalıyız yolumuza, itiraf etmeliyiz kendimize pişmanlıklarımızı. Zira şeytana karşı yeterli mukavemeti gösteremez isek bu hastalıklarla baş başa kalırız. Bunun için kişi öncelikle kalp hastalıklarının farkında olmalı ve saldırıların ne taraftan ne şekilde geleceğini bilmeli ki gönül âlemini şeytanın vesveselerinden, heva ve heveslerinden koruyabilsin. Kur’an’da “İnsanı oyalayan, ahireti unutturan dünyevî arzu ve tutkular” olarak geçen uzun emel; insanın bütün çabasını dünyaya bağlayarak yalnız dünya için uzun ümitler besleyerek özünden uzaklaşmasına, aslını unutmasına sebebiyet veren hastalıklardan bir tanesidir. Bu hastalığın tedavisi sıhhatin muhafazası açısından ilk adımdır ve zorunludur.

Velhasıl sınırlı güç ve imkânlarla yaratılan insan, hırs ve hevesleri bakımından sınırsız isteklere sahiptir. O, kendine verilen ömrün bitmesini hiç istemez. Hz. Âdem'den beri hep daha uzun yaşamak istemiş, ölümden hiç hoşlanmamıştır. Öyle ki, ihtiyarlasa, güç ve kudretten düşse dahi dünya sevgisinde ve uzun emellerinde hiç eksilme olmaz. Eceli çok yakın, ensesinde iken, emeli uzun, gözü de hep uzaklardadır. Başına bir sürü şey gelir, fakat o sürekli emelinin peşinde koşar ve eceli aklına getirmez. Bunu bir örnekle göstermek isteyen Hz. Peygamber bir gün eline iki taş alarak “Şu ve şu nedir biliyor musunuz?” deyip taşları fırlatmış, biri hemen yakına, diğeri de uzağa düşen taşları gören arkadaşları “Allah ve Resûlü (sav) daha iyi bilir.” demişlerdir. Bunun üzerine o, “Uzağa düşen insanın emeli, yakına düşen de ecelidir.” buyurmuştur. [1]

 “Uzun emellerinin arkasından koşup gidenler

Koştukları halde yetişemediler

Zira burnunun dibindeki eceli göremediler

Sonunda da ziyan olup gittiler”

Sonumuzun sonsuz olabilmesi için gönüllerimizdeki çığlıkları duyabilmek için özümüze dönebilmek için unutulanları hatırlayabilmek için temizlemek gerekir her türlü kiri pası. Zira asıl sahibi nasıl girer ki içeri. Güzelleşmemiş, arınmamış, nurlanmamış bir eve kim gelip oturur ki? Teslim edelim asıl sahibine yoksa ziyan olur onun bunun elinde.

 

 /Ruhnevaz


[1] T2870 Tirmizî, Emsâl, 82.

17 Ocak 2022 Pazartesi

Kalbin Erbaini Serisi -5- VE ZİHİN AYDINLANIR

    Minik ayaklar rengarenk çoraplarla örtülü, çokça hareketliydiler. Yemek saati bitmiş, anne Sevde hanım sofrayı toplamış, bir işi bitirmiş olmanın sevinciyle diğer işe koyulmak üzere terlikli ayaklarını renkli çoraplı ayakların yanına doğru ilerletmişti.

   İşte bu görüntüyle anlıyoruz ki, bu sabah da diğerleri kadar verimli olması umulan bir sabahtı.

   Sevde hanım kızlarının yanına gitti, kızlar -ne yapacaklarını bilen minik öğrenciler- hemen yan yana oturup gözlerini annelerine diktiler. İleride hep şöyle diyeceklerdi,  bizim ilk ve en güzel öğretmenimiz annemizdi.

 

   Bugün bu minik ruhların tanışacağı yeni bilgi, Fatiha suresiydi. Sevde hanım sabahlarını evlatlarına sure ezberletmek için tahsis etmişti. Ezber şu şekilde olurdu; anneleri yeni sureyi okurken kızları onu dinler,  kendilerinin de böyle okuyup okuyamayacağını merak ederler ve annelerinin gözlerindeki inançla motive olur, onun kısa kısa böldüğü cümleleri tekrar ederek sureyi ezberlemeye koyulurlardı. Bu böylece birkaç gün sürer, kızlar başarılı olduklarında yeni sureye geçirilirdi.

Süreç bu sabah da aynen böyle işliyordu. Ta ki turuncu çoraplı minik, aklındaki soruyu sabredemeyip annesine sorana kadar...

 

"İyya ke nağbüdü ve iyyake nestain. "

 

"İyya ke nağbüdü ve iyyake nestain. "

 

"Anne?"

 

"Ne oldu?"

 

"Bu cümle ne demek?"

 

"Evet anne söylemesi çok zor."

 

"Eveeet..?"

 

   Sevde hanım durakladı. Kızlarına daha evvel hiç meal anlatmamıştı, ezberletmemişti. Merak etmeleri onu sevindirse de, diğer yandan eksik kaldığı için üzüldü. Kimse onun bu eksiğini görsün istemezdi. Bir an evvel meal ezberi yaptırmayı da kafasına koydu.

 

   Ardından çocuğun sorusunu düşündü, ayetin mealini biraz zorlansa da hatırladı. İyi ki dedi, bir arkadaşım sormadı, ne kadar ayıp, hemencecik hatırlayamadım bile.

 

"Bu ayetin anlamı 'Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz' demek kızlarım."

 

Ve başından kaynar sular döküldü.

Bu sabiler manayı anlamamış olmalıydılar fakat kendisi?

 

Dakikalardır aklından geçenler neydi öyle? Toplumun diyeceklerinden, demeleri muhtemel olan cümlelerden nasıl da korkmuştu!

  

Ben, diye düşündü, yoksa her sabah bunca vakti insanlar "Sevde harika bir anne, kızlarına neler de öğretmiş." desinler diye mi ayırıyorum?

 

   Ruhu sarsıldı. Şüphe tohumu bir kez zihnine girmişti. Artık her yaptığının arkasındaki sebebi arar oldu. Az önce kıldığı namaz, içindeki ses, "Aferin görevini bugün de aksatmadın." desin diye miydi?

 

   Dün çok yorulmuş olmasına rağmen sabah erken kalmış ve eşine kahvaltı hazırlamıştı. Yoksa sadece harika bir ev hanımı olduğunu mu kanıtlamak istemişti?

   Bunlar minik ayrıntılardı. Ya büyük resim? Bulunduğu konumu gerçekten Allah kendisinden razı olsun diye mi seçmişti? Yoksa sadece nefsini mi tatmin ediyordu?

 

"Anne devam edecek miyiz?" Yeşil çorapların sahibi iç hesaplaşmasını yarıda böldü.

 

"10 dakika teneffüs yapalım kızlar." dedi. Sevde hanım ve koştu, abdest almaya.

 

Seccadesini aldığı gibi odasına kapandı. Tövbe namazı kıldı, istiğfar etti. Ve dua etti.

 

"Rabbim bana ihlas nasip et. 

Öyle bir ihlas ki, her yaptığım amelin ardında yalnızca senin sevgini kazanmak üzere güçlü bir niyet olsun. Rabbim hiçbir beşerden takdir beklemeden, ancak ve ancak senin benden razı olman umuduyla her amelime niyet etmeyi nasip et.

Rabbim sen öğretmesen,  biz aciz kulların bunun için dua etmeyi de bilmezdik.

Hamd, Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, hesap ve ceza gününün  maliki Allah'a mahsustur.

Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz...

Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.

 Amin."

 

   Gözyaşlarını silerek odasından çıkıp, ilim yuvası oturma odasına giden Sevde hanım, niyetini kalbine öyle sağlam almıştı ki, bir kadın nasıl güçlü olur onun gözlerinde görürdünüz.

Bir insan nasıl güçlü olur görürdünüz.

Ancak ve ancak Allah'a, salih bir niyetle sığınarak... 


/Verâ

 

                         

 

 

 

Hanım Sahabelerimiz Serisi -3- Hz. Ümmü Seleme Bint Ebi Ümeyye (ra)

  DİRAYET TİMSALİ ÜMMÜ SELEME BİNT EBİ ÜMEYYE ( R.A) Hayatından kısaca bahsetmeden önce belirtmek isterim ki sahabe efendilerimizin hayatlar...